B Haluk Güvenç Emperyalizm, Üniversiteler ve Sosyalizm(*) Prof. - TopicsExpress



          

B Haluk Güvenç Emperyalizm, Üniversiteler ve Sosyalizm(*) Prof. Dr. Ahmet Alpay Dikmen Ben, konuşmaya sizlere bir banka reklamı hatırlatarak başlamak istiyorum: Bir ambulansta geçiyordu reklam. Ambulansta deli gömleği giymiş birisi vardı. Ambulansa delinin yanına başka birisini getiriyorlar. Deli bu yeni gelene diyor ki: “Aklını alırım, hem de taksitle”. Şimdi bizim süreç de bir parça böyle bir şey. Emperyalizm, üniversite, emperyalist bilgi üretme süreci dendiği zaman bu reklam ayrı bir anlam kazanıyor: “Aklınızı alırlar hem de taksitle”. Neye uğradığınızı şaşırırsınız. Üstüne bir de borçlanmış olursunuz. Ben bu toplantıya gelmeden “ne anlatacağım” diye düşünürken, bir parça tarih anlatayım dedim. Bu “aklınızı alma” tarihinden bahsedeceğim. Bana verilen başlıktan bu toplantıyı düzenleyenlerin benden ne beklediklerini tam olarak kestiremedim aslında. Mesela “emperyalizmin üniversiteye etkisi ve sosyalizm” derken; şu anda yaşadığımız koşullarda bilgi üretme sürecine emperyalizmin etkisi mi yoksa sosyalizmden sonra üniversiteler ne olacak sorusu mu? Aslında ikincisi bana daha cazip geldi. O yüzden önce cari koşullarda bilgi üretme sürecine emperyalizmin etkisini tarihten örneklerle anlatmaya çalışacağım sonra da konuşmamı bir ütopya ile bağlamaya çalışacağım. Aslında emperyalizm çok daha eski bir olgu ama günümüzde emperyalizm deyince akla hemen dünyanın Amerikanlaşması süreci geliyor. Bu süreç 1945 sonrası yıllara denk düşer ve tam da reklamdaki gibi bu bir tür aklınızı alma projesidir. Üstelik fark ettirmeden, borçlandırarak ve taksitle alma projesidir. 1945 sonrası dünyanın Amerikanlaşması sürecinin bir ayağı Bretton Woods sistemine oturur. Bretton Woods ile Amerikan parası, biliyorsunuz, altına bağlı tek para haline gelir. Bu, şu demektir: Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankasına bir tür Dünya Merkez Bankası yetkisi verilir. Diğer bir deyişle Amerika Birleşik Devletlerine kalpazanlık yetkisi verilir. Yani “ne kadar para basarsan bas, bastığın paranın altın karşılığı vardır” denir. Bu paranın serbest dolaşımı sayesinde, kapitalist dünyanın—tırnak içerisinde—kalkınmasının ve yeniden imarının olanakları yaratılmaya çalışılır çünkü İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa yerle bir olmuştur; bu ülkelerin yeniden imarı gerekmektedir ayrıca sömürgelikten kurtulmuş eski sömürge ülkeler de bağımsızlıklarını kazandıktan sonra kalkınma ve sanayileşme hayaliyle yanıp tutuşmaktadırlar. Hem Avrupa‟nın hem de eski sömürgelerin bu arzularını karşılamak gerekir yoksa bu ülkeler sosyalizme kaymaktadırlar. Bu konjonktürde Amerikan parası imdada yetişir ve bu ülkeleri fonlamaya başlar. Elbette bu en çok ABD‟nin işine yaramaktadır. Amerikan parasının dolaşımı dönüp tekrar Amerikan makine ve teçhizatına talep yaratmakta yani gerisin geri Amerikan ekonomisini beslemektedir. Ayrıca bu sayede Amerikan tarzı sanayileşme modeli tüm dünyaya hâkim kılınmaktadır. Dünya Amerikan tarzı sanayileşmeyi öğrenir. Dolayısıyla birici ayak, 1945 sonrası dünyanın Amerikan tarzı sanayileşmesinin hikâyesidir. Dünya, Amerikan tarzı sanayileşmeyi öğrenmiştir. Aynı zamanda da Amerikan üretimine dünyada güçlü bir talep yaratılmıştır. Amerikan parasını ve sanayileşmesini dünya çapında yaygınlaştırmak tek başına yeterli değildir. “Aklınızı da almalar, hem de taksitle almaları” gerekmektedir. Bu, Amerikan aklının dünyaya hâkim kılınması ya da tek tip bir kapitalist aklın dünyaya hâkim kılınmasının hikâyesidir. Bu süreçte en etkili örgüt Birleşmiş Milletler olarak karşımıza çıkmaktadır. (*) Üniversite Konseyleri Derneği‟nin 13 Nisan 2013 tarihli çalıştayında yapılmış konuşma metnidir. 2 Amerikan tarzı bir aklın dünyaya hâkim kılınması süreci öncelikli olarak Birleşmiş Milletler üzerinden yürütülür. Bildiğimiz birçok örnek var. Söyleyeceğim pek çok şey malumu ilan olacak ama hatırlamakta yine de fayda olduğu kanısındayım. 1950 sonrası Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi, Amerikan Ford Vakfı ve Birleşmiş Milletler Projesi olarak Türkiye‟de kurulur. Bu üniversitelerde İngilizce eğitim yapılmaya başlanır. Hala Amerika‟dan gelen kitapları ODTÜ kütüphanesinin raflarında görürsünüz; Amerikan bayrağının üzerinde iki el birleşmiştir; bir yardım eli şeklinde tasarlanmış bu damgalar basılmıştır bu kitaplara. Dolayısıyla Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Karadeniz Teknik Üniversitesi İngilizce eğitim yapan, İngilizce bilen elit yetiştirme projesidir. Bunu daha da abartırlar 1955 yılında Maarif Kolejleri‟ni kurarlar. Bu okullar bölge yatılı okulları olarak tasarlanmıştır. 6 bölgede o bölgenin en zeki çocuklarını toplayıp İngilizce eğitim verme projesidir. 11 yaşındaki çocukları ailelerinden kopartıp toplarlar, bu okullara tıkıp İngilizce eğitim verirler. Ne yazık ki ben de bu altı okuldan birisinde okudum. Ne yazık ki diyorum çünkü 11 yaşında çocuğu evinden kopartmak tam bir caniliktir. Üstelik gittiğimde ne okuyacağımı da bilmiyordum. Fen, matematik okuyacağım sanıyordum. Haftada 28 saat İngilizce dersini yüklediler. Zorla İngilizce öğrettiler. Bunlar, dünyanın Amerikanlaşması projesinin, belki Marshal yardımlarının, Birleşmiş Milletler projesinin bir uzantısı olarak Türkiye‟de başlatılan süreçtir. Günümüzde etkilileri daha net görülmektedir. Bir kere İngilizce sınıf atlamak isteyen kişinin öğrenmesi gereken dil olarak kafalara kazınmıştır; hatta mümkünse bu kişiler anadillerini unutmalıdır. İngilizce bilmeden bu ülkede bilim yapılmaz. Yapılmaması iyi midir; kötü müdür? Bunu tartışmıyorum. Entelektüel insan her zaman yabancı dil bilir. Her zaman dil bilir. Ama yine insan anadilinde düşünür. Bunu da unutmamak lazım. Çalıştım ben de bir dönem ODTÜ‟de. Afedersiniz mükemmel ingilizce konuşmaları dışında başka vasıfları olmayan insanlar çalışmaya başladı akademide. Ailelerin de aradığı tek şey İngilizce eğitim. Sırf İngilizce eğitim yapılıyor diye çocuklarını oraya gönderiyorlar. Bu nedenle bu okulların puanları da yüksek oluyor. Ne çocuk okuduğunu anlıyor ne de hoca çoğu zaman ne anlattığının farkında. Yurtdışında “textbook”lar (ders kitapları) alınıyor, hoca bunu öğrencilere aktarıyor. ODTÜ Amerikan üniversitesi müfredatını izliyor. Müfredat bilimi yapılıyor. Hele bir de sosyal bilim eğitimi veriliyorsa! Ne çocuk okuduğunu anlıyor; ne hoca anlattığını anlatabiliyor. Sosyal bilimlerde kavramların ve soyut düşünmenin oturması çok uzun zaman alır. Dolayısıyla öğrenciler dille uğraşmaktan temel sosyal bilim formasyonunu alamıyorlar. Hocalar da öğrenciler anlamadığı için tartışmaların düzeyini iyice düşürüyor. Kamu yönetimi örgütlenmesinden bihaber öğrenciler mezun oluyor kamu yönetimi bölümlerinden. Dolayısıyla dilin yarattığı kafa karışıklığıyla hiçbir şey yerleşmiyor çocukların kafasına. Aklımızı almalarının bir ayağı, yabancı dilde eğitimdir. 1950 sonrası Türkiye‟ye yerleştirilmiştir. Bugün bizim aklımız haline gelmiştir. Ailelere sorun “çocuklarınıza ne öğretilsin istersiniz” diye, bir İngilizce, iki bilgisayar diyeceklerdir. Başka bir şey yok. Başka bir şey istemezler. Oysa ne yabancı dil ne de bilgisayar çocukların zihinsel gelişimine tek başına bir şey katmaz. Hatta Einstein‟in sözü vardır bu konuda. “Yabancı dilde eğitim aptallaştırır insanı” diye. Birinci ayağı budur: Yabancı dilde eğitim süreci. Aklımızı alma projesinin ikinci ayağı çok daha çarpıcı bence. İkinci ayağı kamu yönetimi örgütlenmesini ve kamu yönetimi düşüncesini dönüştürme etkinliğidir. Bugün de benzer bir süreci yaşamaktayız. Benzerliği şuradan; kamu yönetimi örgütlenmesi, bir ülkenin dönüşümünde en temel unsurlardan birisidir. 1950 sonrası, Amerika Birleşik Devletleri, sadece savaşın galibi olarak ilan edilip kendisi bir üretim devi olarak ortaya çıkmakla kalmamış, aynı zamanda da ilginç bir şey yapmıştır: Sosyalizmi, sosyalist düşünceyi ve sosyalist ülkeleri, “Demir Perde” ve baskıcı rejimler olarak adlandırmış, kapitalizmi ise özgürlük ve demokrasi olarak tanımlamıştır. Nasıl becerdi bunu ben hâlâ anlamakta 3 zorlanıyorum. Özgürlükle kapitalizm nasıl yan yana gelir? Bana göre hiç alakası olmayan iki şeydir ama bunu bir güzel dünyaya pazarlamıştır. Özgürlükle kapitalizmi birlikte tanımlayıp kendisini de bunların güvencesi ilan edince; ABD kendisini de özgürlük taciri ilan etmiş ve özgür kapitalist düşünce sistemini yaygınlaştırma projesini 1950 sonrası dünya çapında hayata geçirmiştir. Dolayısıyla 1950 sonrası dünyanın Amerikanlaşmasının sadece üretim ayağı yoktur. Bundan daha önemlisi kapitalist dünyayı ve başka ülkelerin devlet yapılarını dönüştürme projesidir. Biraz önce söyledim hangi kürsüde çalıştığımı, bu projenin başında da bu kürsünün kurucusu olan bir hocamız vardır. Benim şu anda anabilim dalı başkanı olduğum kürsünün kurucusu ABD‟nin dünyayı, dünya elit ve entelektüel kesiminin aklını ve başka devlet örgütlenmelerini dönüştürme projesinin liderliği gibi bir görevi üstelenmiştir bu alanda. Hocamız 1953 yılında Amerika‟ya gönderilir. On sekiz ay kalır. O güne kadar kamu yönetimi dersleri hukuk temelli, idare hukuku temelli, anayasa temelli yani mevzuat temelli yürütülmektedir. Çünkü hukuk önemlidir. Bakın bugün de en çok hukuka saldırıyorlar değil mi? 1980‟de de hukuka saldırdılar. Bürüokrasiyi dönüştüreceğim diye hukuka saldırdılar. Yıllarca kanun ve yönetmeliklerin güvencesi olan, varlık nedenlerini kanun ve yönetmeliklere dayanan ve çalışma tarzlarının temelinde yasalar ve yönetmelikler olan bürokratlarımız bugün hukuk kurallarından rahatsız oluyorlar. Uluslararası normlara yüzlerini çeviriyorlar, yasaları ayak bağı olarak görüyorlar. Beğenin beğenmeyin hukukun kamusal bir yanı vardır. Eğer burjuva demokrasisinde bir „erdem‟ arayacaksanız, o da hukuktur. Fransız devrimcilerinin erdemi hukuka sarılmalarında yatar. Modern devlet tanrıyı öldürüp, yerine yeni tanrı olarak hukuku geçirmiştir. Tanrı/kul, sultan/tebaa ikiliği üzerinden kurulan eşitsizlik hukuk yardımıyla çözülmeye çalışır. İnsanları hukuk altında eşitlerler, bu sayede de özgürleştirirler. Klasik demokrasi fikri buradan doğar. Ve bu sayede de insanlar yurttaşlık temelinde kardeş olur. „Eşitlik-özgürlük-kardeşlik‟ Fransız Devriminin en önemli sloganının altında böyle bir mantık yatar. Tanrıyı öldürürler ve yerine hukuku geçirirler. Tanrının ve tanrının yeryüzündeki temsilci sultan-kral-kilisenin yerine yasaları, yönetmelikleri geçirirler. İnsanlar kralın iki dudağı arasındaki hükmünden, onun sınırsız buyurma yetkisinden kurtulur. Kralın iki dudağının arasında olan insan yaşamı özgürleşir. İnsanları, yöneticileri ve bürokratları, kısaca herkesi bağlayan hukuk kuralları altında herkes eşitlenir. Eşitlik, özgürlük fikri buradan çıkar. İster beğenelim ister beğenmeyelim, kapitalist demokrasilerde bir erdem arayacaksanız, bu erdem burada gizlidir. Bugün bu erdeme bile tahammülü yoktur sistemin. Hocamız bir kitap yazar Amme İdaresi Enstitüsünün kuruluşunu anlatmak için. Kitabın adı “Türkiye‟de Çağdaş Kamu Yönetimi Öğretiminin Başlangıç Yılları”. Aklın dönüşümü süreci o kadar güzel anlatılıyor ki kitap! Herkes okumalı bence bu kitabı. Stockholm Sosyal Bilimler Enstitüsü rektörü Prof. Dr. Gunnar Heckscher enstitünün ilk müdürü olur. Bu adam Cambridge‟de eğitim görmüş İngilizcesi mükemmel, Türkçeyi de altı ay içerisinde telefonları yanıtlayacak oranda öğrenen birisi. Mülkiye‟nin bir odasında kurulan bir enstitü için Stockholm‟den bir rektör geliyor ve kuruluş sürecinde burada bulunup hizmet veriyor. Bence bu bile Batı için TODAİE‟nin kuruluşunun ne denli önemli bir çalışma olduğunun göstergesidir. TODAİE‟nin ilk yıllarında derslerde anında çeviri yapılır bunun dışında hızla Türkçe malzeme hazırlamak için çeviri faaliyetleri yürütülmektedir. Rektör hocamıza bir gün çeviri konusunda bir soru sorar; hocamız “doğrudan çeviri yapmıyorum, yorumlamaya çalışıyorum” benzeri bir şeyler söyler. Hocamız kitabında Gunnar Heckscher kendisinin bu yanıttan çok etkilendiğini anlatmaktadır. Kitaptan açıkça gözlenmektedir: Çok mutlu olmuştur. Tam anlamıyla “black face white mask” sendromu. Kara derilerinin üzerine beyaz maskeler takan, 4 beyaz adam gibi olmak isteyen adam tipi. İngilizce konuşmaya çalışırken -- zaten muhtemelen yarım yamalak-- çok iyi ifade edemiyor kendisini. Eziliyor bu arada. Bir parça beğeniliyor olmak güzel geliyor. 1950 sonrası dünyanın Amerikanlaşması ekonomik olmaktan çok dünyada başka ülke insanları, özellikle azgelişmiş ülke insanları üzerinde böylesi bir sürecin yaratılması üzerine oturuyor. İlk önce TODAİE yani Türkiye ve Orta Doğu Amme İdareleri Enstitüsü kuruluyor. Dünyada bunun üç örneği daha var. Dünyanın farklı bölgelerinde bölgesel olarak Amerikan tarzı kamu yönetimi eğitimi vermek üzere kurulmuşlar. Bizdeki de Ortadoğu‟ya hizmet etmek üzere organize edilmiş. Ortadoğu‟nun kamu yönetimi uzmanları yetiştirmeye çalışılır bu Enstitüde. İlk kurulduğunda idarecilerinin ve hocalarının yüzde sekseni yabancıdır. Hocaların hemen hepsi doğrudan Birleşmiş Milletler eliyle atanmıştır. Elimdeki bu kitabın başlıklarından birisi de zaten “Yabancı Uzmanlar ile Türk Yardımcıları” şeklindedir. Kuruluş aşamasında Türkler yardımcı konumundadır. Dersleri yabancı uzman anlatır Türk hocalar Türkçeye çevirirler. Dersler İngilizce yapılır. Öğrenciler de hem İngilizce öğrenmeye hem de muhtemelen yarım yamalak Türkçe çevirilerden bir şeyler anlamaya çalışırlar. Hukuka tekrar dönecek olursak, yapılan şey şudur: Kamu yönetimi öğretimini hukuk alanından uzaklaştırılıp “verimlilik” arayışı olarak tanımlamaya çalışmışlardır. Verimliliği “efficiency” yerine kullanıyorum. Taylor da hep “efficiency”yi kulanır. Önemlidir! Biz “efficiency”yi verimlilik olarak çeviririz, “productivity”ye ise üretkenlik demeyi tercih ediyoruz. İkisi arasında çok büyük bir fark vardır bizim açımızdan. Taylor kullanmaz “productivity”i. Hadi fazla iddialı olmayayım belki kullanıyordur birkaç yerde ama ben görmedim. Ama Taylor‟un kavramı “efficiency”dir. “Efficiency” kısaca “bir adamı daha hızlı nasıl çalıştırırım” demektir. Taylor‟un da kavramın da temel derdi budur: Bir adamı daha hızlı nasıl çalıştırırım? Dolayısıyla yönetim olgusu teknik doğrular üzerinden, teknik bir doğru olarak, siyaset biliminden uzaklaştırılarak, teknik bir alan olarak tanımlanarak her iktidara hizmet edecek ve “efficiency”i artıracak bir alan olarak tanımlanmaya başlanır. Yönetim olgusu, bu yaklaşıma göre, devlet örgütlenmelerinde de özel örgütlenmelerde de aynı şekilde çalışır. Bu alanda üretilen doğrular her iki alanı birden kapsar. Evrensel olarak doğru kabul edilen kurallar dizgisi olarak “efficiency”, kamu örgütlenmelerini hukuk eliyle kamusallığı tesis etme çabasından arındırıp, verimlilik artışı sağlayacak birtakım metotların peşinden koşan örgütlenmeler olarak anlamaya başlamamıza hizmet eder. Kamu örgütleri daha 1950‟li yıllarda Türkiye‟nin Amerikanlaşması projesi çerçevesinde hukuktan uzaklaştırılır. Dolayısıyla burjuva demokrasilerinin ürettiği en anlamlı kamusallık algısından uzaklaştırılır. Bu çok önemlidir. Akademinin belki de ilk defa kapitalizmin tam göbeğine teslim edildiği dönüşümdür. Kamu yönetimi bölümleri ve kamu yönetimi inceleme alanı “efficiency” üzerinden düşünen yapılar haline getirilir. Arkasından Siyasal Bilgiler Fakültesi, benim de şu an anabilim dalı başkanı olduğum Yönetim Bilimleri Anabilim Dalı yine aynı hocamız eliyle kurulur. 1955- 59 arasında, Siyasal‟dan 9 kişi ABD‟ye eğitim için gönderilir. New York University‟ye veya South Carolina University‟ye giderler. Bu üniversitelerde eğitim alırlar. Yurda dönerler ve aldıkları eğitimi Türkiye‟de uygularlar. 1950‟ler sonrasında aklın dönüşümü böyle başlar. Bu dönüşüm Şanlı Mülkiye tarihinin önemli bir kesitine denk düşer. Biz hep ulusalcıyızdır. Biz hep “başka bir aşk istemem” diye marşlar yaparız. Ama Mülkiye‟nin bağrında yeni bir aşk filizlenir. Neyse ki ODTÜ‟de var değil mi! ODTÜ‟de aynı günahı paylaşır o dönemde. Ama Mülkiye 1950 sonrası bence ODTÜ‟den çok daha önemlidir. Dönüşümün merkezindedir. Hatta Hocamız bir yerde yazar: “Amerikalılar Mülkiye‟nin adını duymuşlar, „bu kurumu ele geçirmemiz lazım‟ diye konuşmuşlar” falan diye bir şeyler de söyler. Türkiye‟nin eliti burada yetişmektedir derler. Dolayısıyla 1950‟ler sonrası proje, Türkiye‟nin elitini ele geçirme projesidir. 5 Bu projenin ikinci en önemli adımı Türkiye‟nin en zeki çocuklarını ilkokul sonrası toplayıp bölge yatılı okullarına tıkma projesidir. Bu okullardan altı tane kurulmuştur. İlkokul sonrası ülkenin en zeki çocuklarına İngilizce öğretilir. Çocuklar daha 11 yaşındadır. Annelerinden babalarından kopartılır ve soğuk oda ve ranzalarda İngilizce öğrenirler; tam papaz okulu mantığı. Üniversite düzeyinde de İngilizce eğitim vermek üzere ODTÜ, KTÜ kurulur. İkisi de Amerikan yardımlarıyla kurulan üniversitelerdir. Günümüzde “her yer ODTÜ, her yer KTÜ‟dür”. Üniversiteler, liseler, ortaokullar, ilkokullar, anaokulları İngilizce öğretmek üzerinden birbiriyle yarışır. Akıl şekillenmiştir. “Aklınızı alırlar hem de taksitle”. Üniversitede hatta genel olarak eğitim sisteminde emperyalizmin ilk ayağı buradan başlar. Dolayısıyla emperyalizmin üniversiteler üzerinde kurduğu etki sanayi ve ticaret üzeriden kuruduğu etkiden çok daha güçlüdür. Örneğin kapitalizm bir krize girer, sanayileşme sürecinde emperyalizmin etkisi zayıflar hatta belki de tümüyle ortadan kalkar ama aklınızı nasıl geri alacaksınız? Aklınızı almışlar elinizden, geriye ne kalır? Dolayısıyla 1950‟lerden sonra böyle bir süreç başlamıştır. Bunun dışında 1958‟de Amerika Birleşik Devletleri DPT‟yi kurdurur. Hep altmış diye bilinir 1958‟de Menderes‟e kurdururlar DPT‟yi. Menderes kurmak zorunda kalır. Biliyorsunuz Menderes 1950‟de iktidara gelirken “plan mı, pilav mı” sloganıyla gelir. “Biz plan yapmayacağız. Pilav yapacağız” der. 1950 sonrası dönem sanayiden, yatırıma ve hatta eğitim planlamasına kadar kapitalist sistemin kendi içerisinde uyumlaştırılma sürecini de örgütler. Elbette bu örgütlenmeyi de Amerika Birleşik Devletleri yönetir. Zaten diğer taraftan da azgelişmiş ülkelerde kalkınma ideali yükselişe geçmiştir ve bu ülkeler kalkınabilmek için planlamaya sarılırlar. Amerika Birleşik Devletleri planlama yoluyla kalkınmak isteyen az gelişmiş ülkelere de “eğer planlama istiyorsunuz bunu da ben yaparım” demekte, yeni bağımsızlıklarını kazanmış ülkelerde ortaya çıkan planlama-kalkınma istencini güdümlü hale getirmektedir. Bunun için Menderes Hükümetini zorlar elli sekizde Devlet Planlama Teşkilatı‟nı kurması için. Menderes Teşkilatı kurar ama çalıştırmaz. Altmıştan sonra, ihtilaldan sonra esas olarak kurulmuş sayılabilir bu nedenle planlama teşkilatı. Neyse ki bizim solcu hocalarımız da planlamaya meraklıdır, Mülkiye‟den mezun olunca hemen soluğu planlama teşkilatında alırlar. Planlama süreci 1960‟larda çok şanlı ve sol eğilimli bir yer olarak görünmektedir bu nedenle. Bir ayağı budur emperyalizmin: Aklınızı alırlar. Üniversitelerinizle alırlar, kamu yönetimini düşünme biçiminizi etkilerler, geleceğinizi nasıl planlayacağınızı belirlerler. İkinci ayağı, biraz gizli kapaklı bir sürece götürmektedir bizleri. İkinci ayağı: Elit-entellektüel kanallarla ilgilidir arkadaşlar. Van der Pijl diye birisi vardır, neoGramscian literatür çalışıyor kendisi. Çok da iyi kitapları ve makaleleri vardır. 1989 tarihli bir makalesinde yazıyor: 1975 sonrası Milton Friedman‟ın, Şili ve Arjantin‟de parasalcı politikaları uygulamaya koymaya başladığı süreçte Open Market Shadow Society ve American Heritage Society (sanırım ikincisi Friedman‟la bir New York‟lu borsacının kurduğu bir topluluktu birincisi ise Hayek tarafından kurulan bir topluluktur) kendilerine bağlı dünyanın çeşitli yerlerindeki entelektüel ve akademisyenleri kullanarak parasalcı politikaları öven yayınlar yaptırırlar, kitaplar yazdırırlar. 600‟e yakın üyesinin olduğu tahmin ediliyor bu dönemde Open Market Shadow Society teşkilatının. Bugünkü yere göğe koyamadığımız sivil toplum kuruluşlarının örneklerindendir bunlar. 1975 sonrasında bir düğmeye basmış gibi yayınlar yapılmaya başlanır. Parasalcı politikaların ne kadar iyi olduğu anlatılır. Dolayısıyla mesela ülkemizdeki Liberal Düşünce Topluluğu, Yeni Forum Dergisi, Açık Toplum yapılanmaları vs. bu kanallarla bağlantılı yapılarıdır. Elit-entellektüel kanallar kurarak aklımızı alırlar, düşünceye kendi çıkarlarına göre yön verirler. Bugün bu kanallar hala güçlüler ama çok da gerek yoktur bunlara. Artık bu yapılarla bağlantılı olsun olmasın, herkesin emperyalist bilgi üretme sürecinin bir parçası olamaya 6 çalıştığı hatta bunun için can attığı bir döneme girmiş bulunuyoruz. Bu yeni döneme “Money Talks” dönemi diyebiliriz. Artık paranın borusu öter. Üniversitelerde projecilik almış başını gitmiştir. Hocalar, kiralık kalemşorlar, ilgisini ve merakını yitirmiş, proje kovalayan, akademik titrini kiraya verip bunun üzerinden her türlü bilgiyi ve teoriyi üreten kiralık beyinler haline dönüşmüştür. Zaten üniversite hocaları genellikle açtır yani çok az maaş alırlar. Dolayısıyla para kazanmak zorundadırlar. Çorba tenceresi kaynayacak. 1980 sonrası başlasa da esas doksanlardan sonra daha da çok yaygınlaştı projecilik faaliyetleri. Projeden kastım şu: Korkut hocayı kimi zaman kendi hayatım ile ilgili siyasi komiserlik yapmaya zorlarım. (Bazen de Kaya Güvenç abiyi ararım “bizim dinde buna cevaz var mı” diye. Neyse! ) Bir proje teklifi vardı. Korkut Hocayı aradım, anlattım projeyi. “Sen” dedi “bu projeyi yapmak istiyor musun yani akademik hayatının bir yerinde böyle bir şey yapmak gibi bir planın var mıydı? Yoksa bu işi sadece para için mi yapmak istiyorsun?”. “Yok, yaparsam sadece para için yaparım” dedim. “O zaman yapma” dedi Korkut hoca bana. Şimdi ne yazık ki üniversite buraya doğru gitti. Yani Korkut hocanın bana sorduğu soruyu kimse ne kendisine ne de başkasına soruyor. Herkes proje peşinde. Üniversite yönetimleri proje getiren hocalarla, projede çalışan hocalarla, projede çalışmayıp proje getirmeyen hocalar arasında hiyerarşik ilişki kurmuş durumdalar. Proje getiren hocalar, projede çalışan hocalar müthiş muteber hocalardı bugün üniversite yönetimlerinin gözünde. Öbürleri yani bizim gibiler zaten tozlu raflarda kalmış, çağa ayak uyduramamış, üniversitelerin çağdaş yorumunu kafaları almayan, ürettikleri bilgiye alıcı bile bulamayan zavallı hoca kırıntılarıdır. O yüzden üniversite iktidarlarının gözünde muteber değillerdir. Üniversitelerde projecilik özendirilir. Avrupa birliği projeleri, altıncı çerçeve, yedinci çerçeve, Dünya Bankası projeleri... Dünya Bankası projelerinden birisinin yürütücüsü olan bir arkadaşımdan biliyorum; bir tek projeden aldığı para ile İncek‟te süper lüks bir villa yaptı. Değeri 600-700 bin TL vardır herhalde. İnanılmaz paralar. Yani Bilkent‟te falan oturup Volvo jeeplerle gidip gelen hocalarınızı görüyorsanız bu paranın üniversite kaynaklarından gelmediğine emin olabilirsiniz. Bir zamanlar yardımcı doçentken bana bir proje teklif etmişlerdi. Van‟da stratejik plan yap diye. Projenin başına sen geç demişlerdi. Günlük yüz Euro veriyorlardı; onun dışında bütün masraflarımı da karşılıyorlardı. Üç yıl sürecek bir proje. Bir hesaplamıştım, benim bütün hayatım boyunca alacağım maaşın yaklaşık beş katıydı. Yani öldükten sonra etim çekilse ve kemiklerim çalışmaya devam etse, dünya ve ahret hayatımın toplamında bu kadar para görme şansım yok. Ben de gencim ve her zaman olduğum gibi parasızım. Neyse, eşim gönlü tok bir insandı, “Ahmet lazım mı bu para bize” dedi. Düşündüm; “değil” dedim, reddettim. Şimdi o yüz Euro çıkmış üç yüz Euro‟ya. Günde üç yüz Euro ne paradır! Nasıl bir paradır yani aklım hayalim almaz benim. Dolayısıyla çok büyük paralar döner. Aklınızı alırlar. Aklınızı alırlar ve onu işlerler. Siz oturur stratejik plan yaparsınız; yönetişim yaparsınız. Bir bakarsınız etrafınızdaki herkes yönetişim çalışıyor. Herkes mikro kredi çalışıyor çünkü bu konularda para vardır. Bu konuları çalışırsanız proje alır, para kazanırsınız. Ben Alaeddin Şenel‟le Batıkent‟te uzun yıllar zaman geçirmiş bir adamım. Ne zaman üniversite hocası maaş zammı istiyorum dese Alaeddin Hoca kızar “bunlara maaş zammı falan vermeyin. Çok para kazanırlarsa bara giderler” derdi. Boş zamanı çoktu üniversite hocasının! Şimdi öyle değil. Alaeddin Şenel‟in zamanında değiliz. İlk asistanlığa girerken şöyle düşünmüştüm: „Okuyacağım yazacağım, çizeceğim bir de üstüne bana para verecekler‟, demiştim. Ne güzel yahu! Okumayı seviyorum, yazmayı seviyorum. Bir de para verecekler üzerine. Şimdi öyle değil. Şimdi hocam takımı işadamı gibi oldu. İş bitmiyor. Her gün başka bir iş. Her gün başka bir ders. Toplantılar, raporlar, şunlar, bunlar... Hele şu doçentlik dosyalarından bezmiş durumdayım. Yılda iki kere her defasında en az 7-8 dosya, her bir dosyada onlarca makale, kitap. Büyük çoğunluğu da önümde yıllarca 7 dursa açıp okumak isteyeceğim cinsten değil. Meslek inanılmaz değişti. Koşturmaktan yetiştiremiyoruz. Çünkü niye? Üniversite sistemi, “efficiency” üzerine kurulmuş. Bizler proleteriz. İş bölümü altında çalışıyoruz. Hepimiz birer vida sıkıyoruz. Bu vidaların sıkıldığı dünyada hepimiz proleteriz. Dolayısıyla bu sistem, devlet örgütlenmesi ve üniversite dâhil bütün bir sistem 1950‟lerden sonra “efficiency” dönemine geçmiştir. Kamusallık temelinde değil, hukuk temelli değil, hak ve özgürlükler temelli değil, insanların haklarını ve özgürlüklerini düşünen bir sistem üzerinde değil, “efficiency” üzerinde! Dolayısıyla bu sistem böyle gider. Arkasından yabancı dilde yayın şartı dayatılır. Bazen geliyor çocuklar Türkçe cümle kuramıyorlar. İngilizce cümle de kuramıyorlar. Ne yapsın! On yaşında, hatta anaokulunda İngilizce okumaya başlamış çocuk. Bir de 1980‟lerde postmodern rüzgar sarmıştı ortalığı. En çok da ODTÜ‟yü sardı. Herkes “dilde düşünüyoruz” diyordu. Diyordu da mesela ODTÜ‟de kimse yaptıkları şey ile bu cümlenin çelişkisini sorgulamıyordu. Sloganlarla anlam bir araya gelemiyordu. Yani insana gülerler. “Dille düşünüyoruz” değil mi? Bu çocukların dilleri yok yahu! Neyle düşünüyorlar? Nasıl düşünüyorlar? Anlamak mümkün değil. Dolayısıyla düşünmüyorlar. Emperyalizm altında yaşamanın bir başka özelliği düşünmemektir. Zaten iş bölümü ve uzmanlaşma adı altında örgütlenmiş bir sistem düşünmemeyi öğretir. Hepimiz birer vida sıkıcıyız. Bizi vida sıkan montaj hattı elemanına dönüştürme çabası içerisindeler. Bir de böyle anayol akımlara koşturanlar var. “Yönetişim mi çalışıyorlar hurra o tarafa gidelim para var”. “mikro kredi mi çalışıyorlar hurra bu tarafa koşalım para var” koşuşturuyorlar. Onlar piyon eleman. Onlar montaj hattında her yerde çalışırlar. Yabancı yayın acayip bir şey! Bir gün Fakülte Akademik Kurul toplantısında Ersin Onulduran hoca söylemişti; o zamanlar kendisi Fulbright başkanını. Ersin Onulduran “SSCI‟da yayın yapmak üzerine akademik yükselme modeli bir İsrail‟de, bir de bizde var” demişti. Bakın “cite” değil, yaptığınız yayına ne kadar atıf verildiği değil yani. Doğrudan “citation”da taranan bir dergide yayın yapmak. Bir tek bizde ve İsrail‟de kullanılıyormuş. Dostum Metin Özuğurlu da bu konuda bir araştırma yapmıştı. Onun böyle garip araştırmaları vardır. Oturur iğneyle kuyu kazar. Korkut hocanın Türkçe makaleleri ve İngilizce makalelerine SSCI‟da ne kadar “cite” ediliyor yani „atıf veriliyor‟ diye baktı. Türkçe yazdığı yazılar İngilizce yazdığı yazılardan yaklaşık iki katı daha fazla (rakam hatalı olabilir ama yaklaşık) atıf verildiğini buldu. İngilizce yazı yazarsanız kimse okumaz bile. Bir keresinde, yeni doktor olmuştum, Budapeşte‟ye tebliğ sunmaya gittim. Ya, çok havalı işler bunlar! Yahu kimse gelmedi dinlemeye. Türk bir grubuz. Türkiye‟yi tartışacağız. Bir tek dinleyici bile gelmedi. Biz de oturduk Türkçe sohbet ettik. Tam da böyle bir şeydir. Yazarsınız kimse okumaz, konuşursunuz kimse dinlemeye gelmez. Hatta Türkçe yazarsanız yabancı dünyada daha da çok etkisi olur Türkiye‟de de, Korkut hocanın durumunda olduğu gibi. Ama siz yine de İngilizce yazmaya mecbur bırakılırsınız. Peki, ne işe yarar? Aklınızı dönüştürür. Aklınızı alırlar hem de taksitle. İngilizce düşünmeye çalışırsınız. O literatürün bir parçası olmaya çalışırsınız. “Ne yazarsam bu adamlar yayınlar” diye düşünürsünüz. Kendi problemlerinizi bir kenara bırakırsınız. Yayın yapmak istediğiniz derginin sorunsalı neyse, o sorunsalın bir parçası olmaya çalışırsınız. Üstelik herhangi bir teoriyle-meoriyle uğraşmanız da pek hoş karşılanmaz. Size biçilen rol bellidir. Alırsınız bir teoriyi veya üç beş teoriyi. Önce bunları bir güzel özetlersiniz, sonra sizin yaptığınız çalışmaya benzer başka çalışmalar yapılmışsa bunlardan bahsedersiniz. Arkasına bir de Türkiye verisini koyarsınız. Olur biter. Siz kimsiniz de teori yapacaksınız. Sizin göreviniz veri toplamaktır. Veri toplarsınız. Başka bir şey yapmazsınız. İş bölümü budur işte. Üniversitede emperyalizme bağlı üretilen iş bölümü budur. İngilizce öğretim yapan okullar, mesela ODTÜ ya da onlarca diğerlerinden herhangi birisi, yurtdışında bu ders için hangi “textbook” (ders kitabı) okutuluyor, bunu takip ederler. Yaz 8 tatilinde bir sonraki yıl hangi saygın Amerikan üniversitesinin hangi kitabını okutsam bu yıl öğrencilerime diye tarama yaparsınız. Sonra da dönem başlayınca bu kitapları okutursunuz. Belki bir de bir citation makalesi çıkartırsanız oh ne ala! Türkçe kitap da yazmazsınız, makale de. Ne gerek var yükselmenize bir etkisi yoktur. Türkçe yazdıklarınızla proje de kapamazsınız. Proje dili de İngilizcedir çünkü. Dolayısıyla Türk düşünsel hayatına bir etkiniz de olmaz. İşiniz yabancı ders kitaplarını okuyup, bu kitapları öğrenip hatta özümseyip, çocuklara anlatmaktır. Konuşmamın başından beri Mülkiye‟ye ver yansın ediyorum. Ama artık hakkını teslim etmenin zamanı da geldi. Yani o bakımdan “siyasal” yine de namusludur. Uzun yıllar „bu memleketin namusu bizden sorulur; bir konuda Türkçe bir şey yazılacaksa bunu biz yazarız‟ diye düşündüler Mülkiyeliler. Mülkiye hiç değilse Türkiye‟nin düşün hayatı üzerinde etkili oldu. Üstelik hem sağ ekolün düşünsel hayatında hem de sol. Ama İngilizce eğitim yapılan yerlerde bu da yok. Sevgili hocam Ünal Nalbantoğlu İngilizce eğitim kurumlarında çalışıp bütün hayatlarını yabancı yayın yapmaya endeksleyen bu arkadaşlarımıza “ersatz yupii akademisyenler” derdi. “Ersatz” Almanca “sahte” anlamına geliyor. Yani hem sahte yuppi hem de sahte akademisyeni anlatmaya çalışıyordu hocam bu tamlamayla. Gidiyorlar yurt dışına Türkiye‟yi pazarlıyorlar; geliyorlar Türkiye‟de yurt dışını pazarlıyorlar. Ne kendileri orada varlar; ne burada varlar. Ne bu ülkenin sonrunsalının bir parçasılar; ne oranın sorunsalının bir parçasılar. Dolayısıyla İngilizce eğitim “citation” vs. asıl olarak budur. Düşüncenin zeminini kaybetmesi demektir. Düşünen adamın ayaklarının altındaki zeminin kayması, yurtsuz yuvasız olması demektir. Kısaca düşünmemek demektir. Deve kuşu gibi aklını kuma sokmak demektir. Üstelik bu sadece akademide değil sanayide de böyle. Sanayi de zeminini yitirmiş durumdadır. Üretim için düşünmüyoruz artık. Pazarlama için düşünüyoruz. Çok eski değil daha 1970‟lerde bile bu memlekette mühendis önemli bir adamdı; mühendise herkes kızını verirdi. Sanayi eliti o dönemlerde mühendisti. Şimdi kimse vermez mühendise kız. Çünkü yeni elit pazarlamacılardır. Artık mühendise gerek yoktur. Mühendisin işini uluslararası standartlar yapar, toplam kalite yönetimi yapar, kalite çemberleri yapar vs. En az hata ile en yüksek verim almak artık mühendis eliyle sağlanacak bir sonuç değildir. Uluslararası, aynen Microsoft‟un ürettiği gibi paket programlar vardır. ISO bir paket programdır, toplam kalite bir paket programdır. Alırsınız ve işyerinizde çalıştırırsınız. Mühendise gerek kalmaz. Mühendisin yapacağı işi İSO yapar. Günümüzde sizin göreviniz uluslararası markalar için küresel fabrika konumunda üretim yapmaktır. Üretimin nasıl olacağını ISO ile TKY ile kontrol ederler zaten denizaşırı bir biçimde sistem. Siz üretiminize uluslararası alıcı bulmak zorundasınızdır. Yani fabrikanızı beğenecek, sizin fabrikanızda kendi markası ile üretim yaptıracak birçok ülke ve şirket bulmak zorundasınızdır. Bunun için de İngilizce bilen, senin şirketini uluslararası fuarlarda temsil edecek, “presentable” oğlanlar-kızlar gereklidir. Ancak onlar senin fabrikanı uluslararası alıcılara pazarlayabilirler. Dolayısıyla artık sanayide de İngilizce bilmek, presentable olmak önemlidir. Bizde de yani üniversitede de satış çok önemlidir. Çok güzel pazarlamacı hocalarımız vardır. Ben onlara “bir poz, bir duruş, bir bakış akademisyenleri” diyorum. Ceplerinde hiçbir şey yoktur ama olmayanı çok güzel pazarlarlar. Onun dışında sistem OECD, GATTS, GATT, TRIM, TRIPS gibi sözleşmelerle bağlanmıştır. Her şeyimiz bağlanmıştır. Bir de bu konuyla ilgili son bir şey anlatmak istiyorum. Hayatımda beni bir kere bir yönetişim toplantısında davet ettiler. Aslında Oktar Türel hocayı davet etmişler Oktar hoca da “bizim oğlan gitsin” demiş. Beni gönderdi toplantıya. Gittim, anfitiyatro gibi bir salon. Aşağıda herkesin görebileceği yerde üç kişi oturuyor. Ortadaki Hazine Müsteşarlığı Yabancı Yatırım Daire Başkanlığı‟ndan birisi. Diğer iki kişinin de biri İngiliz, diğeri Fransız. Bu kişiler Dünya Bankası‟nın alt kurumu olan International Finance 9 Corporation‟ın (IFC) yetkilileri. Doğrudan Yabancı Yatırım Yasa Tasarısı toplantısı. Tasarıyı IFC hazırlamış. Salonda yani anfitiyatronun merdiven kısmında oturup toplantıya katılan takım elbiseli, kravatlı bir sürü adam var. Salonda spontane çeviri yapılıyor. Buna rağmen herkes ortamda müthiş İngilizcesini göstermek için İngilizce yarıştırıyor. Salonda sadece iki tane yabancı var. Benim elime de yasa tasarısını tutuşturdular. Daha önce hiç görmemişim tasarıyı. Konuşmam isteniyor. Ne döndüğünü anlayamadım ama bir yandan da ortama biraz sinir oldum. Ara oldu çıktım. Bir arkadaşımı gördüm arada ve “ne oluyor burada” diye sordum. Sivil toplum kuruluşu olarak da YASED (Yabancı Sermaye Derneği) ve TÜSİAD, özel sektör temsilcisi olarak da Koç Grubu katılmış avukatlarıyla. Hem YASED‟in hem de TÜSİAD‟ın birer yasa tasarısı varmış. Bunlar IFC‟yi ikna etmeye çalışıyorlarmış. O müthiş İngilizceleriyle konuşan kravatlı arkadaşlar da onların avukatlarıymış. Dolayısıyla devlette yasa yapma süreci bile böyle. Yani Birgül Ayman Güler Hoca, “Yönetişim, proletarya diktatörlüğünün tersidir” der. Nedir proleterya diktatörlüğü? Devlet + işçi sınıfı + demokratik kitle örgütleri değil mi! Yönetişim ne peki? Devlet + özel sektör + sivil toplum. O açıkça kendisini proletarya diktatörlüğü diyor hiç değilse. Bunun adı nasıl yönetişim oluyor. Devleti de böyle yönetmeye başladılar. Şimdi kısaca sosyalizme gelecek olursak. Hangi sosyalizm; bilmiyorum ama benim hayalimdeki sosyalizmde böyle bir üniversite olmayacak. Derslerde Komünist Manifesto konuşuyoruz. (Salonda öğrencilerim de var) Bu tartışmalar sırasında soruyorlar, “yahu hocam, böyle bir toplumda mümkün mü? Yani bir saat çalışacak kalan zamanda ister balık tutacak, ister felsefeyle uğraşacak, ister şiir yazacak, istersek de müzikle ilgilenecek, istersek keyif çatacak, tembellik hakkını kullanacağız öyle mi” diyorlar. “Mümkün”. Hem de bugünkü teknolojik gelişmişlik düzeyinde kanımca daha fazlası da mümkün. Dün eşimi biraz kızdırdım. Kadıncağız bankacı. Evlenirken “çekip kurtaracağım seni bu hayattan” demiştim. Beceremedim. Dolayısıyla yüzüm de yok ama olmayan yüzümle yani yüzsüzlüğümle yine de anlattım: “Bak şimdi üretimde çalışan insanın yirmi katı adam, üretimle hiç alakası olmayan işlerde çalışıyor. Mesela sen ne iş yapıyorsun?”. “Para satıyorum” dedi. “Ne işe yarıyor bu? Hiçbir işe. 1 kişi üretiyorsa toplumda bunun 19‟u aracı, bankacı, emlakçi, noter, satıcı, vs. vs. Hiçbir şey üretmiyorlar. Sistem sadece 1/20‟ye ürettiriyor. Kalanlara da bir biçimde gelir yaratıyor, sonra yirmi kişi bir kişinin ürettiğine sahip olmak için birbirini yiyor. Mesela bankacıya hiç gerek yok” dedim. Baktım suratı alı al moru mor, çok sinirlenmiş. “Üniversite hocasına yani sana ne gerek var” dedi. “Yok” dedim. “Zaten güzel olan da bu! Akademisyenlik diye bir meslek olur mu hiç. Olmasın. Ne gerek var. 20 kişinin 20‟si de üretimde çalışsın. Günde 1 saat çalışsa bugünkü üretim düzeyini en az 2‟ye katlarız. 2 saat çalışsa en az 4‟e katlarız üretimi. Bu teknolojik düzeyde fazlasını bile yaparız”. Yine “efficiency”i de kullanacağız. Reddetmek olmaz. Ama “efficiency”i daha az çalışmak için kullanacağız. İnsanları daha az çalıştırmak için kullanacağız. İnsanlar günde bir- bir buçuk saat çalışacak. Kalan zamanda felsefeyle uğraşmak isteyen felsefeyle uğraşacak. Mühendislikle uğraşmak isteyen mühendislikle uğraşacak. Edebiyatla uğraşmak isteyen onunla uğraşacak. Bilimle uğraşmak isteyen, müzikle uğraşmak isteyen onunla uğraşacak. Her köşe başında canlı müzik dinleyeceğiz, hem de parasız. Her mahallede ilgilenen insanlar bir-iki akademi kuracaklar ve dilediklerince özgür tartışacaklar. Hayalimiz bu değil mi? Bunun için buradayız. Bunun için buraları dolduruyoruz. Bir gün Kaya Güvenç ağabeyle Rektörlüğün bahçesinde yürüyoruz. Bizim rektörün de bir tane Volvo‟su bir tane de Audi‟si var. “Kaya ağabey” dedim “ne güzel arabalar bunlar. Ben de isterdim bu arabalardan birisinde rahat rahat gezmeyi. Bunu söyledim diye bana kızmıyorsun değil mi?” dedim. “Niye kızayım Ahmetciğim” dedi “devrimden sonra daha güzellerini, daha iyisini, daha rahatını ve daha güvenlisini yapacağız ve halkımıza bedava vereceğiz”. İşte budur bence savunmamız gereken. Bu emek gücüyle, bu kadar emek gücüyle, boşa harcanan, hem de “efficiency” adı altında 10 boşa harcanan, sırf parayı döndürmek için tali işlerde, üretken olmayan işlerde heba olan emek gücü. Sırf mevcut üretimin fiyatını artırmak ve insanları bu sınırlı üretime ulaşmak için birbirinin sırtına basmaya zorlayan bir sistem. Buna hiç gerek yok sosyalizmde. Mevcut teknolojiyle, mevcut insan gücümüzle günde on saat değil bir saat çalışarak yaşayacağız. Kalan zamanımızda da her köşede bir üniversite, bir konservatuar kurarız. İsteyen herkes ressam, müzisyen, şair, felsefeci olur. Her yerde canlı müzik dinleriz. İnsanın gelişmesi için asıl olan boş zamanı artırmaktır. Bildiğim kadarıyla ya da gönlümden geçtiği kadarıyla sosyalizm zaten buna talip olmalıdır. Beğen · · Gönderiyi Takip Et · 24 dakika önce B Haluk Güvenç Bu okullardan birinin mezunu da benim. Yazı çok uzun, okumak sabır ister, bir akademisyenin kişisel yorumudur. ancak okudum ve düşündüm ki, ben de uyumsuzmuşum. Gitmedim, burada kaldım, Anadolu çocuklarına "yerel "akademik algının yöntemlerini, yerinde bilim üretmeyi öğretmeyi seçtim. Bedelini ödedim mi ? Gururla diyebilirim ki, evet 20 dakika önce · Beğen · 1
Posted on: Fri, 02 Aug 2013 21:04:59 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015