Borges’in üzerimdeki etkisi pek uzun ömürlü olacağa - TopicsExpress



          

Borges’in üzerimdeki etkisi pek uzun ömürlü olacağa benzemiyordu. Hikayelerden birkaçının kendimce ilginç kısımlarından tek bir öykü yazmıştım. Ne okuduğum sorulunca, bu olmayan öyküyü anlatıyordum insanlara. Sonra sonra Borges’den tamamen koptum. Bir gün, çok değer verdiğim biri bana yeni yayımlanmış bir modern İspanyol şiiri antolojisi hediye etti. Her iki anlamıyla da beklenmedik bir hediyeydi bu; hem bana hediye veren kişiden beklemiyordum böyle bir şey, hem de böyle bir hediye alacağımı hayal bile edemezdim. Kendimi ister istemez bir hediye ekonomisinin içinde bulmuştum; karşı taraf için aynı derecede beklenmedik bir hediye bulmalı ve en beklenmedik zamanda vermeliydim. Ne yaptığımı unutana kadar düşündüm; sonunda ideal bir hediye bulamadım ama bir hediye aradığımı da tamamen unuttum. Aradan bir yaz geçti. Kışın ilk günlerinde kütüphanede dolaşırken İspanyolca bir kitap ilgimi çekti. Kitabı raftan çekince Borges’in bütün eserlerinin dördüncü cildi olduğunu gördüm. İçim sıkıldı bir anda; yine de alıp bir masaya oturdum. Bu ciltte Borges’in kitap tanıtım yazılarını toplamışlardı. Hediyeyi bulmuştum; üç gün boyunca kitabın tamamını parça parça fotokopi çektirdim. Birkaç rastgele yazının fotokopisini de kendim için çektirdim. Önce güzel bir karton cilt yaptırmayı düşünüyordum. Ama ay sonuna kadar idare etmek için bir arkadaştan borç aldığımı hatırlayınca bu fikirden vazgeçip uyduruk bir spiral ciltle yetinmek zorunda kaldım. Kış sonuna kadar çantamda dolaştı bu fotokopi kitap. Dönemin sonuydu, kantinde çay içiyordum, beklenmedik bir şey oldu ve o zamana kadar bizim kantinde hiç görmediğim “o çok değer verdiğim kişi” çıkageldi. O gün içtiğim herhalde onuncu çayı ısmarladı bana. Yarım saat kadar sohbet ettik; tam kalkarken Borges’den bahsetmeye başladı. Bir süredir Borges’in kitap tanıtım yazılarını aradığını, bir arkadaşının kitaplığında olduğunu ama nedense hâlâ buluşamadıklarını anlattı. Sözlerinin bitmesini ve kalkmayı beklerken bir anda onuncu çay etkisini gösterdi ve üç aydır çantamda taşıdığım kitap aklıma geldi. Çantayı heyecanla açıp kitabı çıkardım ve arkadaşıma uzattım: “Bir” arkadaş bir “arkadaş”tır gibisinden bir şeyler söyledim galiba. Akşam yurt odasına geri dönünce kendim için çektirdiğim fotokopileri aradım. Sözlüğüm de yoktu ama sağından solundan okumaya çalıştım ve küçük bir deftere notlar aldım. Aldığım ilk not, Borges’in İngiliz şair Robert Graves’in “Grek Mitleri” kitabı hakkındaki yazısındandı. Muhtemelen en kolay anlaşılır üç cümlenin (ya da pasajın) altını çizip deftere yazdım: “Robert Graves es uno de los escritores más personales de nuestro siglo.” “Fue uno de los primeros que proclamaron el singular valor de la obra de Gerard manley Hopkins,…” “Su libro capital, The White Goddess (1946), quiere ser la primera gramática del lenguaje de la poesía, pero es, de hecho, un mito espléndido, acaso exhumado por Graves, acaso forjado por Graves. La diosa blanca de ese mito es la Luna, la poesía occidental no es otra cosa, para Graves, que las ramificaciones y variaciones de ese complejo mito lunar, hoy recuperado por él. Quiere que la poesía retorne a su origen mágico.” Graves, temel insan ritüellerinin ve hayal gücünün en eski sahnesinin ortak bir pagan inancına dayandığını düşünüyordu. Beyaz tanrıça, yani Ay, her şeyin merkezindeydi ve batı (batı = Ortadoğu ile İrlanda arasındaki her yer) şiiri, bu inanışın bilinçaltı etkileriyle şekillenmişti. Borges’in ay takıntısını bildiğim için Graves’i unutuverdim. Borges’in denemelerinden biri İspanyolca ay (luna) sözcüğünün mükemmelliği üzerinedir. Ayın kendisini bundan daha iyi temsil eden bir sözcükle karşılaşmadığını söyler Borges. Mesela Portekizcesi “lua”dır; ne kadar eksik, ayın mükemmelliğini yansıtmaktan ne kadar uzak bir sözcük… Ama, yanlış hatırlamıyorsam, Portekizcenin hakkını o kadar da yememek için “ay doğuyor” anlamında bir fiilin (luar) sözcüğün isim halindeki (lua) eksikliği mükemmelen giderdiğini de ekler (böyle bir şeyi gerçekten Borges mi söylüyor, yoksa sonradan ben mi böyle düşündüm, hiç hatırlamıyorum). Dün akşam internet arşivini biraz can sıkıntısıyla karıştırırken Pessoanın medyumluk dönemi şiirlerinden biriyle karşılaştım. Pessoa, Anica teyzesiyle kaldığı dönemde astroloji, medyumluk, ruh çağırma ve otomatik yazı işlerine fazlasıyla kaptırmıştır kendini. O yüzden heteronimlerinin bazıları da çağrısına icabet eden ruhlardan oluşur: Henry More, Vodooist ve Wardour üçlüsü bu ruhların en gevezelerini teşkil ediyor. Henry More, Pessoa’ya cinsel tavsiyelerde bulunan bir saray musahibidir (İngiliz sarayında Henry’den çok bir şey yok tabii ama işte bu, en fazla (more) olanıdır). Vodooist, daha ziyade işaretlerle ve küçük emirlerle dile gelir. Wardour ise Pessoa’ya çok yakın bir ruhtur. Bazen ileride karşılaşacağı genç bir kadını tarif eder ona, bazen de kendi evlilik haberini verir. Ama ikisi arasındaki ilişkinin beraber bir şiir yazma aşamasına geldiğini bilmiyordum; dün akşam öğrendim. Şiir şöyle (önce Portekizcesi, sonra benim yaptığım kötü çevirisi): Wardour + Pessoa Ó mera brancura Ó mera brancura Do luar que se esfolha, Ó rio da alvura Do luar que te molha - Montanhas que ao longe Não têm um grito, Todas um só monge No claustro infinito - Murmúrio das águas Que ao luar que as não vê É sombra, sem mágoas, Macieza que é A alma da noite, A sombra do luar... Ó nunca eu me afoite Até não sonhar!... Wardour + Pessoa Wardour + Pessoa Ah salt beyazlık Ah salt beyazlık Ay ışığından dökülüyor, Ah bir nehir ki bembeyazlık Ay ışığıyla seni ıslatıyor Uzaktaki dağların Yoktur çığlıkları Hepi topu bir keşiş Sonsuz inzivaya çekilmiş - Suların uğultusu Suları görmeyen ay ışığında Bir gölgedir, gamsız kedersiz, Ve yumuşacıktır Gecenin ruhu Ay ışığının gölgesi… Ah nerede bende o cüret Hayal bile etme!... Wardour + Pessoa
Posted on: Sun, 17 Nov 2013 16:12:43 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015