EY AĞLAYAN VE AĞLATAN HOCA Refah Partisi İktidar - TopicsExpress



          

EY AĞLAYAN VE AĞLATAN HOCA Refah Partisi İktidar Olmamalı Biz ise bu iddianın boş bir iddia olduğunu söylüyoruz. Şöyle ki, Fethullah Gülen daha Refah Partisi’nin iktidar olmadığı 1995 yılında bile Refah’ın iktidar olmaması gerektiğini, zira buna hem içeriden hem de dışarıdan tepki olacağını ifade ediyor: “Yıl 1995. Ankara’da Zaman Gazetesi’nin bürosunda bir grup gazeteci geniş bir salonda yan yana dizilmiş sandalyelere oturuyoruz. Fethullah Gülen o tarihte Zaman’ın Ankara Temsilcisi olan yazar Fehmi Koru ile birlikte içeri giriyor ve sohbet başlıyor. Refah Partisi’ne karşı açıkça mesafe koyuyor Gülen. Ama mesafe koymasının gerekçesi ilginç: ‘Hem içderiden hem dışarıdan çok büyük baskı gelir, tepki olur, refah Partisi iktidar olmamalı.’ ” (İsmet Berkan; Radikal; 20.06.1999) Bu içeriden ve dışarıdan rahatsız olanların kim olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Elbette ki içerdekiler kendilerini Kemalist rejimin sahibi ve koruyucusu olarak gören askerler, siyasetçiler, sermayedarlar ile kartel medyası; dışarıdakiler ise emperyalist NATO, İsrail ve ABD ittifakı. Refah Partisinin Seçimlerden Bir Daha Güçlü Çıkmasını İstemiyorum “ Seçimlerden RP’nin yine güçlü çıkacağı, eski siyasi şemaya dönüleceği fikrine katılıyor musunuz? Çok katılmıyorum, katılmak da istemiyorum. Belli yerlerde bu işi planlayanlar arasında tablo çok değişti birdenbire. Bunlara dönülmez. İkinci mesele de, hani Refah oy alabilir mi? Refahlı dostlarımız rencide olabilirler, Refah’ın oyu yine yüzde 15′tir zannediyorum. Hatta o kadar bile yoktur. ‘Mağduren, manzulen bir kenara itildiler. Bu millet mağdurun yanında yerini alarak oy bakımından daha bir zenginleşmiş olarak karşımıza çıkacaklar’ şeklinde düşünmüyorum.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997) Gülen’den Refah Partisini Kapatma Taktikleri Fethullah Gülen, 28 Şubat darbe hükümeti kurulduktan kısa bir süre sonra verdiği mülakatta Refah Partisi’ne kapatılma davası açılması ile ilgili bir soruya cevap verirken; önce ABD’li yetkililerin kendisine ulaşan kanaatlerinin (nasıl ulaşıyorsa ve kim ulaştırıyorsa!!) partiyi kapatmak olduğunu, fakat bu taktiğin(!) kendi kanaatine göre çok isabetli olmadığını ifade ederek, hedefi tam on ikiden vuracak daha isabetli bir taktik veriyor. Kapatma davası açılmalı, ancak dava devam ederken seçime gidilmeli, bu şekilde halkın Refah Partisi’ne olan güveninin sarsılacağını, böylece kimse töhmet altında kalmadan(!) maksadın da hâsıl olacağını dile getiriyor. “RP’nin kapatılması, Türkiye’nin genel dengeleri açısından ne sonuç verir? Amerikalı yetkililerin, kanaatleri bana intikal ettiği kadar, Refah’ın kapatılacağı merkezinde düşünceler var. Ben eskilerin ifadesiyle ‘bila kaydu şart’ o mülahazalara katılmıyorum. Hiç kapamayabilirler. Refah Partisi’nden kurtulmak isteyenler için kapamak bir iştir. Bana göre yapacakları şey, kendileri açısından bunu yapmak isteyebilirler, daha makulü, Refah’ı kapatmamak, mahkemeyi devam ettirmek, mahkeme devam ederken seçime girmek. Seçim sathı mahalline girilirken mahkemenin devam etmesi Refah’a olan güveni sarsar. Kapatılacak olan bir parti mülahazası hasıl eder. Oy verilmez ona. Daha demokratik yolla bu oylar Refah’a yakın partilere kayar, büyük ölçüde. Maksat hasıl olur. Belki böyle yapmayı tercih ederler. Böyle yapma da, toplum tarafından birilerini büyük ölçüde töhmet altına itmez. Mahkeme bitmemiştir. Karar verilmemiştir. Kapatılmamıştır. ‘Eh, ne yapalım, millet tercihini bu istikamette yaptı’ diyebilirler. ” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997) Bu taktik uygulandı mı, taktik başarılı oldu mu, kimler töhmetten kurtuldu, kimler töhmet altında kaldı, bilemiyorum. Fakat bildiğim tek şey var o da şu ki: Onurlu, haysiyetli ve vicdanlı kimselerin gözünde; Gülen’in sadece yukarıdaki soruya verdiği bu cevap dahi dünya durdukça kendine günah, töhmet, zillet ve teslimiyetçilik olarak yeter de artar bile. Gülen hızını alamıyor ve Refah Partisi aleyhindeki demeçlerine devam ediyor. Özellikle ekonomi alanında herkesin takdir ettiği Erbakan hükümetini, bu alanda dahi başarısız görüyor: “Bir şeyler vaat ettiler. Ne var ki, sekiz dokuz aylık bir süre zarfında gördük ki vaad edilen meselelerin öşrü bile (onda biri) – malum öşür bir vergidir – yapılmadı. Bir nabız tutulsa anlaşılacaktır.” (Yasemin Çongar’la Röportaj; Milliyet; 31.08.1997) Gülen’in yukarıdaki ifadelerine resmi web sitesindeki bir okurunun ve mensubunun verdiği ibretamiz cevabı, burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Zira cahil de olsa vicdanını yitirmeyen herhangi bir insanın bile; kimi zaman fıtratını bozan, vicdanını kirleten, egemenlere boyun eğen liderinden veya âliminden olgulara daha sağlıklı baktığını en güzel şekliyle ortaya koyuyor bu örnek. Bu arada 11 Mart 2012 tarihinde saat 23:18’de “Bu yorum hâlâ Fethullah Gülen’in resmi web sitesinde duruyor mu?” diye baktığımızda yorumun kaldırıldığını gördük. Oysa biz 06.03.2008 saat 17:02’de söz konusu siteden bu röportajı alıntıladığımızda yorum vardı. Muhtemelen maslahat, konjonktür öyle gerektirmiştir ve bunun mutlaka vardır bir hikmeti(!) “28 şubat 97 Yazan mustafadevim@hotmail , hocam özür dileyerek söylüyorum beni affedin ama verdiğiniz cevapları beğendiğimi söyleyemeyeceğim sonuçta karşıdaki insanlar müslüman ve islamın yükselmesini isteyen insanlar ve herzaman müslümanların birlik beraberliğinden yana siyaset yapmak istediklerini düşünüyorum Bu açıdan baktığımızda verdiğiniz cevaplar o insanların nasıl yıkılabileceğini anlatıyor böyle günlerde müslümanların birbirine daha fazla ihtiyacı yokmudur daha fazla sahip çıkmamız gerekmez mi evet belki strateji hataları olabilir ama biz müslümanlar birbirimizin hatalarını örtmemiz gerekmezmi belki yanlış düşünüyorum aff…” Gülen’in Erbakan Hazımsızlığının Dile Yansımaları Fethullah Gülen’in dili çok iyi kullandığını, hem hitabetinin hem de kaleminin iyi olduğunu biliyoruz. Özellikle devleti kutsayan devletçiliğinin ve milliyetçiliğinin de etkisiyle, kim olursa olsun devlet ricalinden söz ederken nezakete, inceliğe ve saygınlığa çok dikkat eder. Bu tespit Demirel’den, Baykal’a, Ecevit’ten Türkeş’e, Çiller’den Çevik Bir’e Kalemli’den Yılmaz’a kadar hepsi için geçerlidir. Fakat her konuda olduğu gibi bu konuda da tek istisna Erbakan’dır. Lütfen aşağıdaki paragrafları dikkatle okuyalım: “Sık sık görüşüyorlar mı sizinle? - Hayır sık sık görüşmüyorlar. Tansu Hanım’la üçü bilemedin dördü geçmez. Mesut Bey’le de bu kadar ancak. Ecevit Bey’le de iki üç defa olmuştur. Deniz Baykal Bey’le bir defa veya iki defa. Birisinde herhalde Kasım Gülek’in -merhumun- cenazesinde olmuştur, İnönü Bey’le de orada görüşme nasip olmuştur. - Sayın Erbakan’la? -Necmettin Erbakan’la da hayatımda iki veya üç defa görüşmüşümdür. En son görüşmemizde Alparslan Türkeş Bey’in cenazesinde ben Diyanet işleri Reisi’nin yanında idim, onu iyi tanıyorum, diyanetten çıktık, biz böyle saf tuttuk. Sayın Cumhurbaşkanı vardı, Meclis Başkanı vardı, ben orda duruyordum, başbakan olarak yanıma gelince ben biraz kenara çekildim. Yerimi ona verdim, fakat herhangi konuşma olmadı. Ona görüşme denir mi, denmez mi, çünkü Sayın Kalemli ile bir el sıkışma, Sayın Cumhurbaşkanı ile bir el sıkışma oldu ama, fakat onunla bir konuşma olmadı, gerçekleşmedi. Bir konuşma olduğu şey, geçen sene matematik olimpiyatları oldu. Bu Yükseliş Koleji’nin geniş bir salonu var. O da oraya gelmişti Arkadaşlar beni çağırmışlardı. Orada 3-4 kelimelik, o kalabalık içinde, öyle bir konuşma oldu. O benden evveli ayrıldı gitti, ben de sonra kalktım gittim.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997) Şimdi lütfen bu meni tekrar dikkatle okuyun. Yukarıda tam 11 isim ve unvan geçmektedir. İsimlerin tamamı ya “Hanım” ya “Bey” ya da “Sayın” unvanıyla birlikte kullanılmaktadır. Unvansız olarak sadece ismi ve soy ismi, sonrasında da üçüncü tekil şahıs olarak “o” zamiri ile anılan tek kişi Erbakan’dır. Üstelik bu mülakatın yapıldığı dönemde Erbakan; Gülen’in çok değer verdiği, kutsadığı, hiçbir kurumuna toz kondurmadığı devletin Başbakanıdır. Bu arada “ Yukarıda sanki ‘Sayın Erbakan’ ifadesi de vardı. Onu niye görmezden geldin?” derseniz, lütfen bir daha bakın derim. Zira yukarıdaki “Sayın Erbakan?” ifadesi Yalçın Doğan’ın sorusudur. Gülen: Benimle Erbakan Arasında Kalpten Kalbe Yol Yok Gülen, yukarıda takındığı üslubun felsefi arka planını aslında mülakatın devamında ‘Biz kalubeladan beri birbirimizden hazzetmeyiz.’ diyerek, çok net ortaya koymaktadır: “Aranızda bir gerginlik mi var? - Bir gerginlik yok da ‘El ervahu cunudun mücennedetün’ diye birşey var. ‘Ruhlar’ tıpkı bir sistem altında ordunun fertleri gibidir. Bunlar arasında içten böyle birbirine akma, birbirine kayma, birbirine dökülme, birbirini çok iyi bilme varsa telif olur, anlaşma uzlaşma olur, Şayet öyle birşey yoksa tenakür (zıtlık) denir ona. - Yani tenakür mü vardır ruhların uzlaşmazlığı, uyuşmazlığı mı var? - Bilmiyorum yani bu şeyleri bir atasözü vardır. Kalpten kalbe yol vardır. - Şu anda kalbten kalbe pek yol gözükmüyor? - O yolu koymamışlarsa bizim uzlaşmamız da biraz zor olabilir. - Bu kişisel birşey mi? Yoksa dünya görüşü mesafesi mi? - Dünya görüşü meselesi de olabilir. Ben şahsen kişisel olarak, hiç kimsenin aleyhinde olmama niyetinde ve kararındayım. - Yani aranızda bu kalpten kalbe giden yolun belli ölçüde tıkanık olması İslamiyet’e zarar verecek davranışlar tarafından mı karşı tarafın? - Öyle zannediyorum veya öyle algılıyorum, öyle içtihat ediyorum.” (Yalçın Doğan’la Mülakat; Kanal D; 16.04.1997) İnsan sormadan edemiyor. Yukarıda adı geçen diğer zevatla kalpten kalbe yol bulunuyor da, sıra Erbakan’a gelince mi kalp yolu kapanıyor, zıtlıklar tezahür ediyor. Yoksa burada da mı zorbaların ve egemenlerin nezdinde meşruiyet sağlamanın yolu; Müslüman’a kin kusmakta ve bunu deklare etmekte görmek söz konusu? Birilerinin “Bu bir iftiradır. Erbakan’a saygı duyduğunu görmek için Gülen’in web sitesinde Erbakan için yayımladığı taziye mesajına bakılabilir.” dediğini duyar gibiyim. Evet, doğrudur bundan haberimiz var. Fakat arada bir fark var. Konjonktür. Bu nedenle sözünü ettiğimiz dönemden bir örnek getirilmesi gerektiğini ifade etmek isteriz. 1999’da Gülen Hareketini Kim ve Neden Tasfiye Etmek İstedi Gülen’in 28 Şubat darbesine destek vermediğini iddia eden Gülen taraftarları, düşüncelerini şu mantığa dayandırırlar: - Eğer Gülen darbeye destek verdiyse neden 28 Şubat kararlarında Kur’an kursları gibi okullar da hedef gösterildi? - Gülen eğer darbeye destek verdiyse nasıl oldu da darbecilerin hedefi haline geldi? - Gülen 28 Şubat’ın asıl hedefiydi, nitekim bundan dolayı Gülen hâlâ sürgünde (!) yaşıyor. 28 Şubat darbesiyle neredeyse Gülen hareketi dışındaki tüm yapılar (tarikatçısından radikaline, milli görüşçüsünden hak yolcusuna kadar) baskı altına alındı, yok edilmeye çalışıldı ve kurumları kapatıldı. Mensupları da tutuklandı, işkenceye maruz kaldı, aleyhlerinde delil ihdas edildi ve hapse atıldı. Tüm bunlar olurken Gülen ve hareketine yönelik Haziran 1999’a kadar somut hiçbir baskı, tutuklama ve kapatma olmadı. Haziran 1999’da da sadece Gülen’in kendisiyle ilgili bir kampanya başlatıldı. Nitekim bu konuda bile somut bir ceza, kapatma ve hapis olmadı Gülen ve hareketinde. Tekrar vurgulama ihtiyacı hissediyoruz. Burada neden onlara bir şey olmadı derken; keşke olsaydı, olmamasına çok üzüldük, gibi bir mana çıkarılmamalı. Sadece bir vakıayı tespit edip şu sonuca varmaya çalışıyoruz. 28 Şubat postmodern darbesinin ikinci yılından sonra, bu defa Gülen ve hareketini hedef tahtasına koyan irade; tüm kurumlarıyla darbe zihniyeti değildir. Faruk Mercan’ın ifadesiyle sadece derin devletin içinde kümelenmiş ulusalcı, devrimci ve komünist bazı unsurlar fırsatını bulmuşken Gülen ve hareketini de tasfiye etme girişiminde bulundular. Ancak derin devletin yargı, Genelkurmay ve siyasetteki diğer unsurları bu işe taraf olmayıp hatta Gülen tarafında yer alınca, bu girişim başarısız kalıyor. Genelkurmay Gülen Davasına Doğrudan Taraf Olmadı Gülen hareketinin medya sözcülerinden olan Faruk Mercan “Fethullah Gülen” adlı kitabında bu düşünceyi şöyle destekliyor: “ Aymaz’ın anlatımına göre düğmeye basanlar, Gülen’e karşı ittifak kurmuş birkaç devrimci, sol ve ulusalcı gruptu. Bunların devletin çeşitli kurumlarında destekçileri vardı. Durum böyleyken ‘Düğmeye devlet bastı’ iddiasıyla Türk halkını yanıltıyorlardı. Çünkü Gülen’in Patrik Bartelomeos’la görüşmesine dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral İlhan Kılıç, Papa’yla görüşmesine dönemin Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit açık destek vermişti.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 211; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul) “Yüksel davanın sonlarına doğru son çare olarak, Gülen aleyhine bazı belgeler almak umuduyla Genelkurmay Başkanlığı’na başvurdu. Ancak Genelkurmay, Gülen davasına doğrudan taraf olmadı. Nitekim Genelkurmay’ın bu tutumu, Gülen için verilen beraat kararının ana gerekçelerinden biri oldu. Genelkurmay, Gülen karşıtı devrimci grupların bütün baskılarına rağmen, Gülen davası boyunca ‘hukuk çizgisi’ içinde kalmaya özen gösterdi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 213-214; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul) “Nuh Mete Yüksel’in bu girişimlerine rağmen, Gülen davasına doğrudan karışmayan Genelkurmay, 28 Şubat sürecinin başladığı 1997 yılından, Nuh Mete Yüksel’in davayı açtığı 2000 yılı ağustos ayına kadar Gülen hakkında çeşitli suçlamalara yer veren onlarca istihbarat raporunu da hiçbir zaman sahiplenmedi.” (Faruk Mercan; Fethullah Gülen; sayfa 215; Doğan Kitap; 1. baskı; 2008; İstanbul) Bana Dokunmayan Yılan Bin Yaşasın Gülay Göktürk, Gülen ve hareketi aleyhinde başlatılan kampanya döneminde hem kampanyaya karşı çıkmış hem de güncelliğini hiç yitirmeyecek ve herkesin kendisine “kıssadan hisse” alması gereken bir yazı kaleme almıştı. Göktürk; söz konusu yazısında Gülen hareketinin “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” çıkarcılığıyla hareket ettiğini, hatta kimi zaman devletle aynı safta yer alıp baskıları onayladığını, kendisinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu vurgulamaya çalıştığını, toplumun değil devletin gözünde meşrulaşma çabasında olduğunu ifade etmektedir: “Yakın geçmişi şöyle bir hatırlarsak, Gülen Cemaati’nin 28 Şubat sürecinin başından bu yana, ‘başkalarının’ başına gelenler karşısında sessiz kalarak ‘belayı üzerine çekmeme’ taktiği izlediğini görürüz. 28 Şubat’tan bu yana Türkiye’de dindar kesim son yılların en ağır baskı dönemini yaşadı. Refahyol, meclis iradesi hiçe sayılarak düşürüldü, Fethullahçılar ses çıkarmadı. Refah Partisi kapatıldı, yine ses çıkarmadılar. Türban yüzünden mağdur olan binlerce insanı görmezden geldiler. Merve Kavakçı olayı gibi olay yaşandı, işin özüne sahip çıkmayı unutup yanlış taktiğinden dolayı Fazilet Partisi’ni eleştirdiler. Başka cemaatleri, başka kimlikleri hedefleyen baskıları, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ oportünizmiyle geçiştirdiler. Hatta zaman zaman, bu baskıları devletle aynı söylemi kullanarak onayladılar. Sürekli olarak, kendilerinin ötekilerden ‘farklı’ ve ‘meşru’ olduğunu anlatmaya, devleti buna inandırmaya çalıştılar. Devletçi yapıları gereği, geniş kitlelerin önünde açık tartışmayla kullanılacak bir meşruiyet için çaba harcamak yerine; kendi meşruiyetlerini devlet içindeki klikler arası dengelerde aradılar. Toplumun değil, devletin gözünde meşru olmaya asıl önem verdiler. Varlıklarını ve özgürlüklerini, başkalarının özgürlüğünün çiğnenmesine göz yumarak korumaya kalktılar. Bu yolla Batı Çalışma Grubu’nun gazabından kurtulabileceklerini, devletin ‘uslu çocuğu’ olabileceklerini sandılar. Ama bütün bu çabalar işe yaramadı. Hayat; özgürlüğün, iktidarı elinde tutanların inayetiyle korunamayacağını acı bir biçimde gösterdi. Alman şairi Brecht’in, bir papazın ağzından yazılmış olan o ünlü şiirini bilmem hatırlar mısınız? Ben mealen hatırlıyorum: ‘Naziler önce Komünistleri kullandılar, sıra nasılsa bana gelmez diye ses çıkarmadım. Sonra Yahudileri kullandılar, yine bana sıra gelmez diye ses çıkarmadım. Sosyal Demokratları tutukladılar, yine ses çıkarmadım. Sıra bana geldiğinde etrafıma baktım, benim tutuklanmama ses çıkaracak kimse kalmamıştı.’ Diyordu Brecht. Eğer Fethullah Gülen Cemaati, ünlü şairin derin bir tarihi tecrübeden süzülüp gelen bu satırlarını kavramış olsaydı, bağırmak için sıranın kendisine geldiği güne kadar beklemezdi. Şimdi bağırıyorlar. Neyse ki bu ülkede işler henüz Nazizm’e kadar varmadı. Ve neyse ki, etraflarında hâlâ ses çıkaracak birileri var…” (Gülay Göktürk; Sabah Gazetesi; Devletin İnayetiyle; 25.06.1999) Kendi Saadetini Başkalarının Felaketi Üzerine Bina Edenler ve İlkesizliği İlke Edinip Kimliksizleşenler Mustafa İslamoğlu da o dönemde dokunaklı bir dille kaleme aldığı yazısında, Gülen hareketini “kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina eden” ve “eden bulur” özdeyişleri ile uyarmakta ve çok samimi ve içtenlikli bir özeleştiriye davet etmektedir. İlkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan bir yapının kendisi olmaktan çıkacağını vurgulayarak, aslında Gülen hareketinin adeta ‘ilkesizliği ilke edindiğini’ söylemektedir. İslamoğlu, kendi deyimiyle kardeş eleştirisini bir adım ileri taşıyarak, başkalaşıp ötekinin gözünde meşrulaşmak için ‘öteki’ olmaya çalışanın ‘öteki’ tarafından da kabul edilmeyeceğini; sonunda da kimliksiz ve kişiliksiz olarak ortada kalacağını ifade etmektedir: “Tabiatın olduğu gibi, ahlakın da ‘zorunlu’ yasaları vardır… Bunların en ünlülerinden biri ‘Kendi saadetini başkalarının felaketi üzerine bina etme!’ tavsiyesidir. Bir başkası ‘Men dakka dukka!’ Arap özdeyişidir ki, Anadolu’da bu özdeyiş farklı muhtevayla ‘eden bulur’ biçiminde yerleşmiştir… Tarih şahittir ki, gövdesini kurtarmak için kolunu rüşvet veren hiç kimse, gövdesinin de hayrını görmemiştir. Yine sabittir ki, bir bütüne ait parçalardan biri, varlığını diğer parça ya da parçaların yokluğu üzerine bina ediyorsa, bundan başta kendisi, (sonra) bütünü oluşturan tüm parçalar zarar görür… Yine ilkeleri feda etme pahasına olgulara uyum sağlayan, kendisi olmaktan çıkar. Peki, başkası olur mu? Belki evet; fakat ‘öteki’ kendisini kabul etsin diye başkalaşan unsuru, bu kez ‘öteki’ de kendisinden saymaz. Çünkü ‘öteki’nin gerçek niyeti, onu ‘kendisi gibi etmek’ten daha çok ‘kendisi olmak’tan çıkarıp kimliksiz ve kişiliksiz bırakmaktır… … Bedene ait bir organın kendi kendine istiklaliyetini (bağımsızlığını) ilan edip müstağni tavırlara girmesi ve bedenin isterse tek bir tırnağı olsun, diğer organlarını görmezden gelmesi kendi içine kapanarak, kendisini kutsayıp gerisini yok saymasıdır… Şimdi, dövünme, ah u vah etme zamanı değil, tevbe ve istiğfar zamanıdır; yani tevbe gibi bir özeleştiri zamanıdır… Cemaatli dostlarım; kendi payıma tüm dualarım, endişelerim, tevbe sadedindeki eleştirilerim şimdi sizin için; bu mealde siz de kendinize dua etmeyi düşünmüyor musunuz? Bu mevsim, ‘dua’, ‘tevbe / özeleştiri’ mevsimi.” (Mustafa İslamoğlu; Yeni Şafak; Dua Fidanını, Tevbe Tarlasına, Özeleştiri İkliminde Dikme Zamanı, 23.06.1999; ) Dilipak: Batı Çalışma Grubu Fethullah Gülen’i Kullanıp Attı Abdurrahman Dilipak 21 Haziran 1999 tarihli köşesinde, askerin Gülen’i kullanıp attığını ifade ediyor. Bu arada Gülen de askeri kullandığını düşünüyor olabilir. Ancak Dilipak, bu balayının bittiğini ve köprülerin atıldığını düşünüyor. Dilipak’a göre Gülen; BÇG’nin elinde TSE damgalı ılımlı bir Müslüman tipi olarak kullanılmaya müsaitti ve kullanıldı. Ayrıca Batı ile ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu Fethullah Gülen. Dilipak, Fethullah Gülen’e karşı başlatılan kampanyanın derin devletteki güçler arasında bir hesaplaşmanın ürünü de olabileceğini vurguluyor ve Gülen gibi derin devlet tarafından kullanılan diğer yapıların da bu olaydan ders alması gerektiğinin altını çizerek bitiriyor yazısını: “…Bana kalırsa herkes bu işin gerçeğini başından beri biliyordu. Fethullah Efendi ise bir siyaset izlediğini düşünüyor olabilir. Bu oyunda herkes karşısındakini kendi planları istikametinde kullandığını düşündü, kullandı da! Ve sonunda bir gün köprüler atıldı, balayı bitti. BÇG’nin elinde Fethullah Gülen ılımlı İslam prototipi olarak, TSE damgalı bir Müslüman tipi olarak kullanışlı bir örnekti. Fethullah Efendi’nin söylemi, Batı’nı ve ABD’nin radikal olmayan İslam tercihi ile de örtüşüyordu. Her şey çok açık! Devlet farklı zamanlarda farklı kesimlerden insanlarla birlikte çalıştı… Sonra yine aynı devlet, ya da devletin içindeki bir kısım unsurlar, konjonktüre bağlı olarak bir anda ipleri kopartıp onları zindana göndermediler mi? Bu oyun hep böyle oynana geldi. Şu da olabilir. Devletin içindeki, daha doğrusu derin devletteki güçler arasında derin bir hesaplaşma yaşanıyor. Birileri bir emrivaki yaparak, karşı kanadın işini bozuyor ve elindeki bilgi ve belgeleri basına sızdırarak sonuca gidiyor. Medya bu konuda tetikçilik yapıyor. Fethullah Efendi’nin başına gelenler, aynı senaryoda kullanılan diğer isimler için de ders olsun!” (Abdurrahman Dilipak; Akit Gazetesi; İrtica Bahane Vurgun Şahane; 21.06.1999) Anlayacağımız Gülen hareketi seksenlerden beri devletçilikten, milliyetçilikten, askercilikten, darbelere ve darbecilere yakın durmaktan hiç şaşmamıştır. Aslında gülen hareketinin en tipik özelliği olan “tutarsızlık” “ilkesizlik” ve “pragmatizm”; sadece belli konularda geçerliliğin yitirmektedir. Yani tutarlı oldukları birkaç konu vardır. Ki sadece bu konularda hep tutarlı(!) ve ilkeli(!) olagelmiştir: - Derin veya şeffaf (!) tüm kurumlarıyla devleti ve devlet adamlarını kutsamak. - Milliyetçiliği önceliklerinin birinci sırasına koyarak “Türkiye İslamı” senteziyle Türkiye Cumhuriyeti adına lobi faaliyeti yürütmek. - Uluslararası neoliberal emperyalist siyasi ve ekonomik politikalarla paralel çizgide yürümek. - Hem Türkiye’deki hem dünyadaki İslamcı ve direnişçi yapılarla en ufak bir ilişki şöyle dursun; onlara karşı askerle, polisle ve devletlerle aynı safta durmak. Atasoy Müftüoğlu da neo-nurculuk olarak tanımladığı Gülen hareketini benzer gerekçelerle eleştirir: “ Neo-nurculuğa yönelik dört tane eleştirim var: 1) İslam’ı millileştiriyor. 2) İslam’ı ehlileştiriyor. 3) Müstekbirlerle birlikte hareket ediyor, aynı safta görünüyor. 4) Bütün direniş mücadelelerini kayıtsız şartsız tahkir ediyor (aşağılıyor). Direniş mücadelelerinden İsrail ne kadar rahatsızsa neo-nurculuk da bir o kadar rahatsız.” (Atasoy Müftüoğlu; Dünya Bülteni; 08/03/2011) Fethullah Gülen ve hareketinin yukarıda sözü edilen yapısına dair birkaç örnek verip yazımızı bitirelim: - Fethullah Gülen, 12 Eylül darbesine destek vermiş ve methiyeler düzmüştür. “Asker” ve “Son Karakol” adlı yazılarına bakılabilir. Tabi Gülen’in web sitesinden değil, orijinalinden. Zira maalesef bugün için sakınca teşkil eden bazı ifadeler web sitesindeki yazılarda tahrif edilmiştir. Söz gelimi: “Son Karakol” yazısının son cümlesi gerçekte “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” iken, web sitesinde “ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihalelerin son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz.” şeklinde tahrif edilmiştir. (tr.fgulen/content/view/13128/23/) - Körfez Savaşı’nda Saddam’ın zalim ve diktatör bir yönetici olduğu (ki öyledir nitekim. Fakat İran’la savaşırken böyle bir şey duymadık kendisinden. Bir de Saddam zalimse peki ABD ne oluyor.) bahanesine sığınarak, tabi bir de Musul ve Kerkük’teki milli menfaatler(!) de böyle gerektirdiği için ABD’nin safında yer almıştır. Ey Ağlayan ve Ağlatan Hoca Burada Körfez Savaşı’nda Fethullah Gülen’in takındığı tavırdan dolayı kendisine yönelik Ali Bulaç’ın kaleme aldığı ibretlik yazısını alıntılamayı gerekli görüyoruz. Fakat ne ilginç ve hazindir ki en az Gülen ve taraftarları kadar, bugün için bu yazıdan ibret alması gerekenlerin başında bize göre maalesef Ali Bulaç’ın kendisi gelmektedir. “Ağlayan ve Ağlatan Hoca “Bu yazıyı kaleme aldığımızda Körfez Savaşı 3. haftasını doldurmuş oluyordu. Bu geçen süre içinde Amerika ve müttefiklerinin Irak’ın yerleşim bölgeleri, askeri ve ekonomik hedefleri üzerine yağdırdıkları bomba sayısı çoktan 200 bini aşmış durumdaydı. Gece gündüz, günün her saatinde 600 uçak havalanıyor, Adana-İncirlik ve Dahran’dan gidip Irak üzerine ölüm yağdırıyor… Bu katliama karşı kim suskun kalabilir?… …İnsanlar bu vahşi savaşa, bu soykırıma tepki göstermeye başladılar, sokaklara dökülüp, Amerika ve müttefiklerini lanetlediler. Türkiye’de hükümet çevrelerinin bu haklı (tepkilerden) büyük rahatsızlık duyduğu anlaşılıyor. Hemen karşı propagandaya geçildi ve Körfez Savaşı’nın Hıristiyanlarla, Müslümanlar arasında süren bir savaş olmadığını etrafa yaymaya başladılar. Önce devletin memuru Diyanet İşleri Başkanı bir demeç verdi. Ardından “ağlayan ve ağlatan hoca”ya, “Türkiye vaizi” statüsüne çıkartılan emekli bir vaize merkezi camiler tahsis edilerek Saddam Hüseyin aleyhinde vaazlar verildi. Dün Irak-İran savaşında Ayetullah Humeyni’nin zulmüne karşı gelen Saddam Hüseyin’in erdemlerinden dem vuran Hoca, şimdi yukarıdan aldığı direktifler doğrultusunda, Saddam Hüseyin’in kafirliğinden, işlediği zulümlerden bahsetmeye başladı. Bu artistlere taş çıkartacak profesyonellikle ağlayarak ve ağlatarak, üstelik Rasulullah (s.a.v.) adına saçma sapan rüyalar uydurarak, Saddam aleyhtarlığı yapan Hoca’nın sözlerinden çıkan sonuç, Amerika’nın bölgede yaptıklarından dolayı kınanamayacağı, bu yüz kızartıcı bombardımanlardan mazur görüleceği sonucudur. Ben kişisel olarak bunu yadırgamadım; çünkü adamlar birilerini besliyorlarsa, bunun bir bedeli vardır. Şimdi bu bedeli ödemelerinin tam zamanıdır… …Bunlar “zihn-i müşevveş” (kamdırılan) kimseler değildir, tam aksine “muallem”(eğitilen) kimselerdir… …Hani Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dünya Müslümanlarını bir vücuda benzetmişti; hani bir organa bir diken batsa diğer bütün organlar rahatsız olurdu? Irak’ta bir organımıza diken batmıyor, adeta koparılıyor. Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!..” (Ali Bulaç, Vahdet, 11 Şubat 1991 / haksozhaber.net/okul_v2/article_detail.php?id=916) - Gülen; Susurluk olayında devletin, askerin, polisin ve meclisin konumunun zedelenmemesi gerektiğini ifade ederek durduğu yeri tayin etmiştir. - 28 Şubat darbesinde nerde durduğunu ise detaylı bir biçimde anlattık. - Başörtüsü zulmünün yaşandığı seksenli ve doksanlı yıllarda direnişçiler için “O çarşafın altında provokatör erkekler var.”, sonra da başörtüsü “furuattır”, yani vazgeçilebilirdir, diyerek direniş hattını bölmüş ve yine egemenlerin yanında safını tutmuştur. (Bu arada istismar edilen ‘furuat’ kavramının fıkhi açıdan doğru bir tespit olmakla birlikte; tevhid, adalet, nübüvvet ve ahiret gibi sayılı birkaç konunun dışındaki namaz, oruç, hac, zekat, zina, hırsızlık, yalan, çıplaklık, faiz, adam öldürme vs. gibi ibadet ve muamelata dair tüm konuların da ‘furuat’ olarak adlandırıldığının altını çizmek isteriz. Yani bu kapıyı araladığınızda ortada din diye bir şeyin kalmayacağını belirtmek isteriz.) - Irak’ın ikinci defa ABD tarafından işgal edileceği 2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin mecliste tartışıldığı dönemde, hoşgörü ve barışı dilinden düşürmeyen Gülen hareketine mensup kimi yazarlar öyle yazılar kaleme aldılar ki; Müslüman olmak şöyle dursun, insanlıktan zerre kadar nasibini almış hiç kimse o satırları kaleme alamazdı, diye düşünüyoruz. (Bakınız: Hüseyin Gülerce, 26.12.2002; Ali H. Aslan, 29.12.2002; Mustafa Ünal, 27.12.2002) - Ve Mavi Marmara olayı. İnsanlığını, vicdanını, adalet duygusunu yitirmemiş tüm insanların ya içinde ya da yanında yer aldığı Mavi Marmara olayına karşı çıkan tek kişi, tek din adamı ve tek yapı Fethullah Gülen ve Hareketidir. Tabi İsrail, ABD ve yandaşlarını saymazsak. Gerekçisi de hazır; ‘Otoriteye isyan’. Oysa Fethullah Gülen, Müslüman olmanın ilk kelimesinin ‘isyan’ ile başladığını, İslam’a girmenin ilk adımının mevcut zulüm sistemlerine ve ‘otoritelerine’ ‘La / Hayır’ demek olduğunu, bütün peygamberlerin kendi dönemlerindeki zalim otoritelere başkaldırarak ve isyan ederek tevhidi mücadeleyi başlattıklarını bilmiyormuş gibi konuşuyor. Gülen, zalim otoriteye başkaldırıya karşı çıkmakla kalmıyor; daha sonra Mavi Marmara’da katledilenlerin şehit bile olamayacağını, zira ‘Şehit olmaya gidiyoruz’ dediklerini, bu nedenle bile bile ölüme gittiklerini söylemekte de bir beis görmüyor. Cüneyt Özdemir’den dinliyoruz: “Sohbetimiz sırasında konu İsrail ve Mavi Marmara gemisine geliyor. Fethullah Gülen Mavi Marmara’da pek çok gönüllünün sürekli tekrar ettiği ‘şehit olmaya gidiyoruz’ retoriğine şiddetle karşı çıkıyor. Böylesine bir şeyin şehitlik bile kabul edilemeyeceğini söylüyor.” (tr.fgulen/content/view/18615/12/) Aslında bu sözlere denecek çok şey var. Fakat biz yine bu makalede izlediğimiz yöntemimizi takip etmeye devam edelim ve burada serdedilen görüşlerin vicdandan, insaftan ve adaletten uzak olduğunu; buna karşılık pragmatizm, zillet, teslimiyet, ilkesizlik, kişiliksizlik ve kimliksizlik koktuğunu Gülen’in yine kendisine başvurarak yazımıza son verelim. Bizce iki apayrı kişi(lik)le karşı karşıyayız. Aksi halde vicdan, adalet ve insaf sahibi hiç kimse hem Mavi Marmara ile ilgili yukarıdaki sözlerin hem de aşağıya alıntıladığımız sözlerin sahibinin aynı kişi olabileceğine inanamaz: “ Şehid Olamama Burukluğu Alparslan, Malazgirt’te üzerine giydiği beyaz urbasıyla ordusunun karşısında îrâd ettiği hutbesinde, cübbesinin kendisine kefen olmasını niyaz ediyordu. Sanki o, harp meydanına muzaffer olmaktan daha çok şehid olmak için gelmiş bulunuyordu. Ve bunu, giydiği kefeniyle de bizzat gösteriyordu. Onun için de, kendi ordusunun birkaç misli düşmanla tereddütsüz yaka-paça olabiliyordu.. ve oldu da.. Oldu ama, günün sonunda içi biraz buruktu. Zira şehid olmak istemiş, fakat olamamıştı… Sonrası malum… ” (Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla II, Perspektife Giren Şahıslar) “ Dünyanın neresinde olursa olsun ortada bir zulüm varsa, mümin o zulmü ortadan kaldırmak zorundadır. Çünkü mümin yeryüzünün muvazene unsurudur. Bunun için de, önce çevresinden işe başlamalı ve gücü nispetinde bu daireyi genişletmenin çarelerini araştırmalıdır. Bu mevzuda himmet öyle âli tutulmalıdır ki, perspektife bütün cihan alınmalı ve sistem de ona göre akort edilmelidir.” (Fethullah Gülen, İla-yı Kelimetullah) Kimileri, özellikle Gülen hareketi mensupları şunu diyecektir. “Canım Fethullah Gülen, takiyye yapıyor. Bunu bilmeyecek ne var?” Böyle diyenlere Fethullah Gülen’in, ‘Bana takiyye isnadında bulunmak, küfür isnadında bulunmakla eşdeğerdir.’ mealindeki sözünü hatırlatırız. “Takiyye meselesine gelince takiyye meselesi Farslıların icat ettikleri Alevilik içinde bir prensiptir… Hele Sünnilerde takiyye mevzubahis hiç değildir. Bana takiyye isnadı, nifak isnadı, küfür isnadı gibi bir şey gelir.” (Reha Muhtar’la, Ateş Hattı, TRT 1, 03.07.1995) Fakat yine de “Zaten takiyye dediğin böyle olur!” diyenlere de diyecek bir şey bulamıyorum. Sadece şunu diyebilirim: Böyle bir mantığın, böyle bir düşüncenin ne dinde ne insanlıkta ne de vicdanda yeri vardır. Bu düşünce olsa olsa bir bedende iki ayrı insan tipi, yani dini tabirle ikiyüzlü insan yetiştirir. İçeride başka, dışarıda başka; eski dönemde başka, yeni dönemde başka; topluma dönük yüzü başka, kendi yapısına dönük yüzü başka; toplumun geneline dönük yaptıkları medya faaliyeti ve programlar (Türkçe olimpiyatları gibi) başka, kendi aralarında yaptıkları programlar başka; başka, başka, başka ve en nihayetinde bambaşka…
Posted on: Sun, 01 Dec 2013 20:02:17 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015