Gök Tanrı Dini Nedir? – Şamanizm Gök Türkler’in dini, - TopicsExpress



          

Gök Tanrı Dini Nedir? – Şamanizm Gök Türkler’in dini, Gök Tanrı dinidir. Gök Tanrı düşüncesinin, toprağa yerleşmiş topluluklardan daha çok avcılık, çobanlık ya da hayvancılıkla geçinen göçebe topluluklara özgü olduğu bilindiğinden, bu inancın kökeni, Asya bozkırlarına bağlanmıştır. Türk tarihi ve kültürüyle ilgili araştırmalarıyla tanınmış bilim adamlarına göre Gök Tanrı inancı bütün Türklerin ana kültüdür. Bu kült, Kunlar, Tabgaçlar, Gök Türkler, Uygurlar gibi eski Türk boylarında inanç sisteminin başında yer alır. Orkun yazıtlarında, Türk Tanrı inancının temelleriyle ilgili bazı bilgilere rastlanmaktadır. Tonyukuk bengü taşında birçok kez adı geçen Tangri ya da Tengri, daha çok “milli” bir tanrı niteliği taşır. Gök Türkler’in Çin esaretinden kurtularak İkinci Göktürk Devleti’ni kurmaları (680-682), Tanrı’nın isteğiyle gerçekleşmiş kabul edilir; Hakan’ı Türklere Tanrı vermiş, budun Hakanı terk edince Tanrı tarafından cezalandırılmıştır. Yani Tanrı Türk Milleti’nin hayatı ve geleceği ile ilgilenen bir ulu varlık durumundadır. Gök Tanrı (Kök Tengri) kavramının eski Türk inanışında önemli bir yer tuttuğu konusunda daha somut örnekler de vardır: Tanrıkut Mete (Motun) Çin hükümdarına yazdığı bir mektupta, kendisini tahta Gök-Tanrı’nın çıkardığını bildirmiş, Gök’ün yardımıyla ve kendi askerlerinin ve atlarının çabalarıyla çevresindeki 26 devleti ve (Gansu’dan kuzey Tibet ile batı Türkistan’a kadar uzanan bölgede) bazı halkları yenerek Kun’laştırdığını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, günümüze kalan belgelerde, devletin başına kağanı Gök’ün getirdiği belirtilmiş, devletin ve insanların yönetimi de Gök’e mal edilmiştir: Tanrı Türk’ün yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri cezalandırır, insanlara bağışladığı iktidar (kut) ve kısmeti (ülüğ) değerini bilmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üntürü) ve bitkileri oluşturan da “Ulu Tanrı”dır. O, yaşam verici ve yaratıcıdır, ölüm de Tanrı’nın iradesine bağlıdır. Bütün bu inanışlar, Gök Tanrı’nın “eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren, onların varoluşuna hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren bir ulu varlık olduğunu” ortaya koymaktadır. Türk inanç sisteminin Gök-Tanrı dışında bir başka özelliği de Atalar Kültüdür. Ölmüş atalara saygı, onlar için kurban kesilmesi, ataerkil ailede baba egemenliğinin belirtisi sayılmaktadır. Kunların her yılın mayıs ayı ortalarında atalara kurban sunulduğu bilinmektedir. Eski Türkler’de en büyük kurban, bozkırlı Türk’ün kutsal bir duyguyla benimsediği “at”tır. Eski Türk bölgelerinde özellikle Altay’lardaki kurganlarda birçok at iskeleti bulunmuştur. Atalarla ilgili kalıntıların kutlu sayılması, mezarlara yapılan tecavüzlerin sert şekilde cezalandırılmasından da anlaşılmaktadır : Batı tarihçilerine göre Attila’nın ikinci Balkan seferinin nedenlerinden biri, Kun hükümdar ailesine ait mezarların Margus (Belgrat dolaylarında, Tuna kıyısındaki kent-kale) piskoposu tarafından açılarak soyulmasıdır. Kunlar’ın büyük bir hakaret saydıkları bu işe piskoposu sevk eden etken, eski Türkler’in erkek ölüleri silah ve değerli eşyalarıyla; ölen başbuğları altın ve gümüş koşumlu atlarıyla; kadınları da süs eşyaları ve mücevherleriyle birlikte gömmeleriydi. Bunun nedeni, Türkler’in, öbür dünyada ikinci bir hayatın varlığına ve ruhların sonsuza kadar yaşadıklarına inanmalarıydı. Türkçe’de (Gök Türkçe , Uygurca) “ruh” için can anlamına gelen “tin” sözcüğü kullanılıyordu. Bu aynı zamanda “soluk” demekti. Ölüm, soluğun kesilmesi, ruhun bedenden ayrılıp uçması biçiminde düşünülüyordu. Bu yüzden de bazen “öldü” yerine “uçtu” denir, ruhları öbür dünyaya göç eden ataların, orada rahatsız edilmemeleri, iyi yaşamaları gerektiğine inanılırdı. Bu nedenle Eski Türkler’de mezarları gizleme geleneği yoktur, aksine özellikle büyüklerin özel mezarları yapılıp, üzerlerine bir yapı (bark) yapılmış, barkın iç duvarları ölünün yaşarken katıldığı savaş sahnelerini gösteren resimlerle süslenmiştir. Ayrıca mezarın ya da mezar yapısının üstüne Balballar dikilmiş, sıradan kişilerin mezarlarına da, belirli olması için tümsek biçimi verilmiştir. Eski Türkler’de “ruh”ların insan biçiminde düşünülmesi söz konusu olmadığı için, tapınmaya ilişkin putlara da rastlanmaz. Türkler gizli güçleri olduğuna inandıkları doğa olgularına kutsallık vermekle yetinmişlerdir. Doğada gizli güçlerin bulunması inancı, Orkun yazıtlarında “yer-su” (yarsub) terimiyle yansıtılmıştır. Bu açıdan yer-su “kutsal” sözcüğüyle nitelendirilmiştir. Genellikle bu tür inançlarda maddi yaşam koşullarının, ekonomik ve toplumsal etkenlerin rol oynadığı kabul edilmektedir. Orkun yazıtlarında, Türkler’in yararına çalışan manevi güçler anlamında kullanılan yer-su sözcüğüne oldukça sık rastlanır. Eski Türkler’de kutsallık “ıduk” kavramıyla dile getirilmiş, özellikle Göktürkler’de sular, dağlar ıduk sayılmıştır. Her boyun her obanın bir kutsal dağı olmuş, bu dağ ıduk olarak benimsenmiştir. Gök Tanrı’ya sunulan bütün kurbanlar, adaklar ilgili dağa götürülerek orada törenle, şölenle gereği yapılmıştır. Orta Asya Türkleri arasında en yüce, en kutsal sayılan dağ “Ötüken”dir. Ötüken yalnız dağ değil aynı zamanda bir ormandır. Türkler ona büyük saygı göstermiş, adaklar sunmuş, kurbanlar kesmişlerdir. Kurban, iyi ruhların sembolü ve yerinin gökyüzünde olduğuna inanılan “Bay Ülgen” için kesilmişse başı “doğu”ya, kötü ruhların sembolü ve yeraltında olduğuna inanılan “Erlik” adına kesilmişse “batı”ya çevrilir. Dağların yanı sıra bazı tepeler, ormanlar, sular, ateş, gök gürültüsü, ay ve güneş de kutsal sayılmıştır: Bizans elçisi Zemakhos Orta Asya’da Batı Göktürk sınırına vardığında, Türkler’in onu ve arkadaşlarını alevler üstünden atlatarak kötü ruhlardan arındırdıklarını belirtmiştir. Kunlar döneminde güneş, ay, yıldız kültleri (daha sonra 6. – 8. yy. larda Türk toplulukları arasında değerlerini yitirmişlerdir) de rol oynamıştır; Kun hükümdarı her sabah doğan güneşe, gece de dolunaya saygısını belirtirdi. Ayrıca Gök-Tanrı’nın yanı sıra yer de büyük önem taşımıştır. Ancak, eski Türk belgelerinde geçen “yer” sözcüğüyle toprağın kastedilmediği, tanrısal gücün öğelerinden biri olarak “yer”i, tanın kültürüne bağlı topluluklardaki “toprak tanrısı” ile karıştırmamak gerektiği. Eski Türk dinine göre “yer”in de Tanrı tarafından yaratılmış olduğu araştırıcılar tarafından belirtilmektedir. Orta Asya Türkleri’nin yaradılış efsanesine göre, tanrıların en yükseği, insanoğlunun atası olan Tengere Kayra Han (ya da Bay Ülgen), “kişi”yi, onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri yaratmış; “kişi”nin kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltı atmış, yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında bir cins insan yaratmıştır. Orkun yazıtlarında da, Türk evrendoğum inanışı hakkında: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanoğlu yaratılmış” cümlesine rastlanmaktadır. (Üze Kök Tengırü, asra yağız kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış). Bu cümleden bazı araştırmacılar, Kök Tengri deyimiyle bir tek yüce Tanrı’nın değil, doğrudan “mavi gök”ün kastedildiğini; Kök Tengri deyimiyle “Ulu Tanrı” kastedilseydi, “yaratanın da aynı zamanda yaratılmış olması” gibi çelişkinin söz konusu olacağını belirtmektedirler. Altaylar’da dünyanın sonlu olduğu günün birinde yıkılacağı inancı vardır. Bu inanca göre, yeryüzü yaşamı sürekli değildir; günün birinde sona erecek ve insanlar, hayvanlar, bitkiler yok olacaktır. Bu sona doğru insan soyunda azalma başlayacak, suçlar çoğalacak, günahlar alıp yürüyecek, insanlarda tanrı korkusu kalkacaktır. İyilik simgesi Bay Ülgen’le, kötülük simgesi Erlik arasında oluşacak büyük savaşın sonunda, Bay Ülgen dışında bütün savaşanlar ölecektir. Bay Ülgen bütün canlıların öldüğünü, yeryüzünde kendisinden başka kimse kalmadığını görünce “kalkın ey ölüler” diye bağıracak, bu çağrı üstüne bütün ölüler yattıkları yerden kalkacaktır. “İnsanların yeniden dirilmesi” anlamına gelen “kalkancı çağ” (kalıcı çağ) budur. Kunlar’da gerçek bir dinle karşılaşılmakta, Gök Türkler’de ise Gök Tanrı bütünüyle manevi bir “güç” durumuna gelmektedir. Gök-Tanrı dininin Türkler’e özgü bir inanç olduğu, “Tanrı” (Tengri) sözcüğünden anlaşılmaktadır: Bu sözcük belirli fonetik farklarla ( Başkurtça dışında ) bütün Türk lehçelerinde yer almasının yanı sıra, birçok Asya topluluğu dillerine giren ortak bir kültür öğesidir; Türkçe olan “Tanrı” sözcüğü en açık biçimde Çince yazılmış bir metinde Kun imparatoru Mete’nin unvanları arasında geçmektedir. Eski Türklerde Dinin Tarihi Gelişimi Türkler, tek Tanrılı dini kabul edinceye kadar Totemizm1, Animizm ve Natürizm gibi kurucuları olmayan ilkel dinleri benimseyip, hayvan ve bitkilere kutsal anlamlar yüklemişler, bununla birlikte de insan ruhunun büyük varlıklara, büyük olaylara gösterdikleri saygı ve hayranlık gibi sebeplerle bunlardan yaratılış efsaneleri türetmiş ve bunlara inanmışlardır. Yüzyıllarca Türk boylan arasında benimsenen Şamanizm ise, Animizm ve Natürizmin esaslarma dayanarak gelişme gösteren ve bir din olmaktan çok bir mezhep şeklinde kendine yer bulmuştur… Budizm, Maniheizm, Taoizm ve Lamaizm gibi kitabı ve kurucuları olan dinler ve mezheplere gelince, bunlar da türlü sebep ve olaylarla yabancı milletlerden geçerek zaman zaman Türkler arasında yayılmıştır. Ancak şunu belirtelim, her ne kadar yabancılardan geçen inançlar Türkler arasında yayılma göstermişse de, her zaman eski Türk inançlarının ve Şamanizmin etkilerini bu yeni ve yabancı inanışlarda görmek mümkündür! Yani başka milletlerin etkisiyle gelen inanışlar, geldikleri haliyle kabul görmemiştir. Mutlaka eski inanış ve geleneklerle karışarak kabul görmüştür. Türk Kozmogonisinde karalardan Önce yalnız su âlemi vardı ve dünyayı kaplamıştı. Türk Kozmogonisinin çerçevelediği bu su tablosu, Brahma dininin ana kitabı olan Veda’ların, Rig Veda bölümünde görülmektedir.Orta Asya Eski Türklerinin ateşe gösterdikleri derin saygı da, Zerdüşt tarafından kurulan Mazdaizmin temelinde yer almış bulunmaktadır. Bu durumda görülüyor ki, Türklerin taşıdıkları dinler Totemizm, Aninizm2, ve Natürizm gibi Polyitheist veya Mazdaizm, Maniheizm, ve Şamanizm gibi Dualist dinlerdir. Polytheist dinlerde çok Tanrılar, Dualist dinlerde ise karşılıklı çarpışan, birbirine zıt iki kuvvet veya Tanrı görülmektedir. Dualist dinlerden olan Mazdaizm’e göre, iyiliği ve kötülüğü temsil eden Tanrılar vardır: İyiliği temsil eden Hürmüz, kötülüğü temsil eden Ahriman’dır. Hürmüz tek Tanrı olan Ahoramazda’yı da temsil etmektedir. Maniheizmde ise, Nuru temsil eden Tanrı ile karanlığı temsil eden şeytan bulunduğu gibi, kâinatta bir de iyilik ve kötülük vardır ki, bunlar da her zaman mücadele halindedir. Her şey bunların çarpışması ile olur. Şamanizmde gök ve iyilik Tanrısı Ülgen ile yeraltı ve kötülük Tanrısı Erlik Han karşı karşıyadır. Bunda da ilk soy Tanrı olan Kara Han, Ülgen ile temsil edilmektedir. Başka Tanrılar ikinci plânda gelir. Türklerin bu kadar çeşitli dinlerden etkilenmelerinde yayılma, hükümet kurma, çökme, göç gibi olaylar ve kaynaşmalar; Çin, Hint ve İran gibi din kültürleri kuvvetli olan komşularıyla temasları gerekçe olarak gösteriliyor. Fakat bu olaylar ve kaynaşmalar o kadar çok ve hareketli olmuştur ki, bu yüzden dinlerin Türk kolları arasındaki yayılma sahalarını net olarak çizmek, yerleşme çağlarını tarihlere bağlayarak kesin olarak belirtmek, şimdilik pek mümkün gözükmemektedir. Ancak genel bir ifade ile Türkler, özellikle Altaylılar, Yakutlar ve Çuvaşların bir kısmı uzun yıllar Animist, Natürist ve Şamanist kal mışlardır. Yedinci yüz yıldan sonra ise bazı yerlerde Samanlık zayıflamış, yerini Budizme bırakmıştır. Tukiyular önceleri Şamanistken sonra Budist olmuşlardır. Ancak bu din askerlik enerjisini felce uğrattığından çok geçmeden itibardan düşmüştür. Göktürkler de 6. yüzyılda Budizmi kabul etmişlerdir ve Bilge Kaan bu dine imparatorluğun çöküşüne kadar bağlı kalmıştır. Ancak toplu din değiştirmelerde halkın eski inanışlarını bir anda reddetmesi çok zordur. Yeni dini, halktan bir çoğu ya kabul etmez ya da çok zor kabul eder. Bu nedenle Budizm dini daha çok şehirliler ile hakan ve onun etrafında toplananlar tarafından kabul edilirken, bunların dışında kalanlar Şamanist olarak kalmışlardır, Moğollar ise Şamanistken sonraları Budizmi kabul etmişlerdir. Cengiz sülâlesinden Kubilây da koyu bir Budistdi. Budizm, Buhara’ya kadar yayılmıştı, ancak İslâm dini buradan bu dinin izini silmiştir. Uygurlar, hiçbir dinin etkisinde değilken Şamanisttiler. Sonraları çeşitli dinlerden etkilenerek aralarında yayılmıştır. Uygurlar ve bunlardan yetişen nesil Yugurlar Tibet yolu ile Lamaizm’i kabul etmiş, batıdan Türkistan kanalı ile de Maniheizmi benimsemişlerdir. 762 de de Uygur hükümdarı Buğu Tekin, Maniheizmi resmî din olarak benimsemiştir. 9. yüzyılda, Şamanist olan Kırgızlar, Uygurlara hâkim duruma geçince, Maniheizm’i de Türkistan’ın arkalarına doğru uzaklaştırdılar. Bu sıralarda Budizm de Uygurlar arasında yayılmıştır. Hattâ Uygurlar arasında Nesturîlîk de bir zaman benimsenen dinlerden olmuştur. Sümerler ise önceleri Altaylılar ve Yakutlar gibi, bir takım hayvan ve bitkileri Totem kabul etmişlerdir. Bunlardan aslan, boğa ve kartal gibi hayvanlar Sümerlerin ilk totemleri arasında görülmektedirler. Sonraları Animizm’i ve Naturizm’i kabu ederek, her şeyin birer ruh taşıdığına, kozmik varlıkların ve kuvvetlerin birer tanrı olduklarına inanmışlardır. Sümerler ölümü normal bir son olarak kabul eder. Bir adam ölünce bedeni yeraltına, ruhu da kuş gibi yukarı âlemlere uçar. Yani yeraltı âlemi fânilerin, gökler âlemi de Tanrıların ve ruhların bulunduğu yerlerdir. Tanrılar ölümü yaratıklara vermiş, ölümsüzlüğü de kendilerine ayırmışlardır. Onlara göre her şey dünyadadır. Günahların cezası da iyiliklerin mükâfatı da dünyada çekilir, yine dünyada görülür. Bunun için Sümerler Tanrılarından sadece ömürlerinin uzun olmasını isterler. Sümerler bu din anlayışları ile Hititlerin üzerinde büyük etki bırakmışlardır. (Hititler bir zaman Hurri dinini kabul etmişlerdir.) Elamlılar ise önceleri Sümerler gibi Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm inanışlarını kabul etmekle birlikte daha sonraları, yabancı dinleri de kabul etmişlerdir. İslâm dini gelinceye kadar Şamanizm Oğuz ülkelerinde yaygın bir haldeydi. Bununla beraber sonraki yüzyıllarda İslâm dininin kuvvetli kültürü karşısında dahi Samanlığın izleri silinmemiş, dinî gelenekler arasında tutunup kalmıştır. 7. yüzyıldan itibaren bütün Mezopotamya’daki dinler, güneyden gelen İslâm diniyle karşı karşıya kalmışlar ve kaynaşmalar, mücadeleler başlamıştır. Orta Asya’da da bu hareketler ve din kavgaları kendini göstermiştir. Divan-ı Lûgat-it Türk tercümesinin birinci cildinde, Müslüman olmayan bir Uygur’un nasıl öldürüldüğü şöyle anlatılmaktadır: “Onun işini bitirdim. Arkadaşını da kaçırdım. Ölüm ağusunu içirdim: Yüzünü buruşturarak içti.” Totemizm, Animizm, Natürizm ve Şamanizm gibi Türklerin ilk dinleri ve mezhepleri, her yönü ile mistik karakter gösterdiği halde, sonradan kabul ettikleri, kurucuları ve kitapları olan dinler bir yönü ile ilk bakışta mitolojik görünmezler. Bu dinlerden Mazdaizm, Maniheizm, Budizm ve Taoizmin genel olarak telkin etmek istediği büyük ölçüde alçak gönüllülük, çalışmayarak köşeye çekiliş, öğrenmeyi bırakarak cahil kalma,hayn ve iyiliği sezme, ızdıraplardan kurtulmak için varlığa iltifat etmeyiş, arzuları kurma gibi kanaat ve prensiplerden bazıları reel hayata, aktif yaşayışa uymayasa da, yine de bu tavsiyeler mitoloji ile ilgili sayılmazlar. Yalnız, bu doktirinleri ortaya koyanlar, ancak ettikleri tavsiyelere uymak şartıyla; kutsal hakikatlere ulaşan yoldan yürünülmüş olacağını, görünmezler âlemindekileri tanımanın ve onlara yaklaşmanın başka çâresi olmadığını belirtmek isterler. İşte o zaman dünya işlerinden, ayrılmış ve mitolojinin sınırları içine ayak basılmış olurlar. Zerdüşt “Zent Avesta” da, Mani “Erteni Mani” de, Tao “Taoteking” de, Buda da Nirvana için yaptığı işaretlerde, nasihatleri ve ilâhileri ile hep bu âlemlere giden yollara yolcu hazırlamak isterler. Şimdi küçük bir örnek olarak görünmezler âlemindekilere bakalım, o zaman durum daha iyi aydınlanabilir: Mazdaistlerce, Büyük Tanrı Ahoramazda’nın güneşte oturuşu, Hürmüz ile Ahriman gibi iyilik ve kötülük Tanrılarının çarpışmalarının Buda’ya musallat oluşu, Manihaistlere göre nurun iyiliği, karanlığın kötülüğü temsili ile bunların mücadelesi, şeytanın karanlıklardan doğuşu; Taoistlerde ise, boşluk âleminin kutsal tanınarak, asıl faziletin kâinattaki intizamda oluşu, bu bakımlardan boşluk âleminin bütün yaratıklardan iyi bulunuşu gibi din kurucularına Tanrısal kudretlerin verdiği ilhamlardan doğan mitolojik tablolar bol bol göze çarpar. ————————————————————————————– 1. Totemizm kısaca, insanla hayvan ya da bitki gibi doğal nesneler arasında bir akrabalık ilişkisi ya da gizemli bir bağ bulunduğu inancına dayanan düşünce ve davranış sistemidir. Genel olarak totem, hayvan ya da bitkiyle topluluk üyesi arasında bir akrabalık ilişkisi kurulur. Bu ilişki mitolojiyle de desteklenerek kuşaktan kuşağa aktarılır. Türklerin kurt neslinden ve kayın ağacından geldiği inancı buna bir örnek olarak verilebilir. Böylece bitki ve hayvana aktarılan kutsallık sayesinde, doğa. kutsal ve kutsal olmayan olarak ikiye ayrılır. 2. Animizm, bütün varlıkların ruh sahibi olduklarına inanmaktır. Animistler’e göre canlı cansız her şeyin bir ruhu vardır. Batıya göç başlamadan ve Müslümanlığı kabul etmeden önceki döneme göz attığımızda Türkler, Orta Asya‘daki yurtlarında, Şaman dinine bağlı oldukları dönemde göz kamaştırıcı bir Türk mitolojisi meydana getirmişler, bunu hafızalarında bugüne kadar taşımışlardır. Gökyüzünden yeryüzüne kadar, zerreden insana kadar her konuda yetkin bir dil ve üslup ortaya koyan bu mitoslar, eski Türklerin yaşamları ve ruh dünyaları hakkında bugün bize eşsiz bilgiler sunuyor.
Posted on: Wed, 23 Oct 2013 10:49:45 +0000

Trending Topics




© 2015