HZ. MEVLÂNÂ’NIN GÖNÜL İKLÎMİNDEN HİKMET PARILTILARI - TopicsExpress



          

HZ. MEVLÂNÂ’NIN GÖNÜL İKLÎMİNDEN HİKMET PARILTILARI -Dünyâ Mevlânâ Yılı Münâsebetiyle- Hak dostları, îmânı aşkla yaşayan Peygamber vârisleridir. Onlar, Kur’ân ve sünnetten feyz alarak, gönüllerini güzel ahlâk ve davranış mükemmelliğine erdiren bahtiyarlardır. Hazret-i Peygamber ve O’nun güzîde ashâbını göremeyenler için, tâbî olunacak örnek şahsiyetlerdir. Hak dostları, fânî vücutları toprak altına girdikten sonra bile mâzî olmazlar. Zîrâ kâmil mü’minlerin gönülleri, toprak altında çürüyüp yok olmaz. Bu sebepledir ki, onların gönül mahsûlü eserleri de ebedîleşir. Nitekim dünyâdaki hizmetlerini berzah âleminde de devâm ettiren nice Hak dostu, bugün hâlâ aramızda yaşıyor, bizleri irşâd ediyor. Bizler öldükten sonra da onlar irşadlarıyla gönüllerde yaşamaya devâm edecekler. Onların irşâd ömürleri; Hakk’a yakınlıkları nisbetinde, devirleri ve diyarları aşıyor. Yine onların ihlâs ile buyurdukları hikmetli sözleri ve kaleme aldıkları gönül eserleri, âdeta istikbâle gönderilmiş, muhâtabı meçhul mektuplar mesâbesindedir. Bu mektuplar, kendilerinden asırlar sonra keşfedilen mekânlara kadar ulaşmaktadır. Nitekim günümüzün Amerika kıtasında insan rûhuna dâir en çok alâka gören eserler arasında Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin de bulunduğu mâlumdur. Ayrıca Mevlânâ Hazretleri’nin doğumunun 800’üncü senesi münâsebetiyle 2007 yılının UNESCO tarafından Mevlânâ’yı anma yılı îlân edilmesi de, bu husustaki dikkat çekici gelişmelerden bir diğeridir. Demek ki o büyük Hak dostunun asırlar önce insanlığa ihlâs ile yazdığı irşad mektubu, bugün bütün dünyâda akis buluyor ve heyecan uyandırıyor. Zîrâ Mesnevî, insanın iç dünyâsına ayna tutarak kendini tanımasına ve mânevî problemlerini çözmesine yardımcı oluyor. Asrımızın materyalist zihniyetinin sultası altında ezilen insanların ruh dünyâsını huzur ve sükûna kavuşturuyor, hidâyetlere vesîle oluyor. Cenâb-ı Hak, velî kullarına muhtelif tecellîler nasîb etmiştir. Bu yüzden Hak dostları, mânâ âleminde nâil oldukları Hakk’a muhabbet, Hakk’a tâzîm ve Hakk’ı gönüllerinde tanıyabilme tecellîlerine göre farklı hâllerle insanlığa irşad meş’alesi olurlar. Bâzı Hak dostları, azamet-i ilâhiyye karşısında hayret vâdilerine düşmüş; sessiz, sözsüz ve dilsiz bir şekilde, sükûtun münzevîliği içinde yaşamışlardır. Fânî ömürlerini, rûhânî bir sükûtun şi’riyyeti içinde geçirmişlerdir. Böyleleri hakkında İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle buyurur: “Allah Teâlâ’nın öyle belâgat sâhibi kulları vardır ki, onları Hakk’a muhabbet ve tâzîm, sükûta büründürmüştür!” Ehlullâh’ın bir kısmı da vardır ki, gâyet az konuşmayı tercih ederler. Bahâeddin Nakşibend Hazretleri gibi, onlar da ârifâne bir idrâke sâhip olanlara, umûmiyetle hâl lisânıyla irşadda bulunmaya memur kılınmışlardır. Nitekim Nakşibend Hazretleri’nin, mânevî terbiyede hâl lisânını sehl-i mümtenî üslûbuyla hulâsa eden şu beyti pek mânidardır: Âlem buğday ben saman, Âlem yahşî ben yaman!.. (herkes tam, ben kusurlu…) Şüphesiz ki Nakşibend Hazretleri’nin en güzîde eseri, kendi sohbetlerinde hâl in’ikâsı yoluyla yetiştirdiği mânevî şahsiyetlerdir. O şahsiyetler, asırlar boyu onun kalbinin satırlarındaki hikmetleri okumuş, bunları gönüllerden gönüllere sohbet yoluyla intikal ettirmiş ve hâlen de ettirmektedirler. Nakşibend Hazretleri’nin sözden ziyâde sükûtu tercih etmesinin temelinde, rûhâniyetinden müstefîd olduğu Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hâli ve şu tâlimâtı vardır: “Ne söylediğini, ne zaman söylediğini ve kime söylediğini iyi düşün.” Buna mukâbil ayrı bir tecellî olarak Cenâb-ı Hak, Yûnus Emre misâli bâzı velî kullarını da aşk-ı ilâhî bülbülü eylemiştir. Kimini de Hazret-i Mevlânâ gibi gönlünden ve dilinden hikmetler fışkıran bir mânâ menbaı kılmıştır. Bilhassa Mevlânâ Hazretleri, hâl lisânına ilâveten, bir de sözlü beyâna memur edilmiştir. Bu yüzden o Hak âşığı, kalemiyle, kelâmıyla, gönül eserleriyle ve feyizli sohbetleriyle, hakîkati arayan, Hakk’a teşne gönülleri asırlardan beri ihyâ etmeye devâm edegelmektedir. Rabbimizin kelâm sıfatının kesif tecellîlerine nâil olan Mevlânâ Hazretleri, bu yönüyle âdeta Hak dostlarının sözcüsü mevkiindedir. Yâni Cenâb-ı Hakk’ın lutfettiği ilim, irfan, sır ve hikmetleri, kendisine verilen müstesnâ bir beyan ve îzah salâhiyetiyle kelimelere aksettirmiştir. Lâkin bu ifadeler de ancak kendisine verilen müsâade nisbetindedir. Bu bakımdan Mevlânâ Hazretleri’nin vâkıf olduğu ilâhî sır ve hikmetler, sırf kelâma aksettirdiklerinden ibâret zannedilmemelidir. Kim bilir, o büyük Hak âşığının deryâ misâli gönül âleminin derinliklerinde, nazarlardan gizli kalmış daha nice kıymetli mânâ incileri mevcuttur. Bütün Hak dostları gibi Mevlânâ Hazretleri’nin feyiz kaynağı da şüphesiz ki Kur’ân ve Sünnet’tir. O, bir rubâîsinde bu hakîkati bütün cihâna şöyle îlân eder: “Canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed Muhtâr -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunun toprağıyım. Eğer bir kimse, benim sözümden bundan başka (bu istikâmetin dışında) en ufak bir şey bile nakledecek olursa, o kimseden de, onun sözünden de incinirim, tiksinirim.” Bu beyânıyla Hazret-i Mevlânâ kendisini açıkça; “Kur’ân’ın kulu, kölesi; Hazret-i Peygamber’in nurlu yolunun toprağı” olarak takdîm etmektedir. Bu sebepledir ki O, Kur’ân ve Sünnet’ten aldığı feyz ve ilham ile gönülleri sırât-ı müstakîm’e yönlendiren hikmetler menbaı bir âlim ve sırlar tercümânı bir ârif olmuştur. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, Hazret-i Lokman -aleyhisselâm-’ın, oğluna şu tavsiyelerde bulunduğunu bildirir: “Yavrucuğum! Âlim kimselerle beraber ol ve onlardan ayrılmamaya çalış. Hikmet ehlinin sözlerini dinle! Zîrâ Allah Teâlâ, bol yağmurla toprağa hayat verdiği gibi, hikmet nûruyla da kalplere hayat bahşeder.” (Heysemî, I, 125) İşte ârifler sultânı Hazret-i Mevlânâ’dan, İslâm ahlâkına dâir, Kur’ân ve Sünnet ölçülerinin şerhi mâhiyetindeki hikmetli ifadeler: Sabır ve Tahammülde Edeb Âyet-i kerîmede buyrulur: “Rahmân’ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevâzû ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara lâf attığında (incitmeksizin) «Selâm!» derler (geçerler).” (el-Furkân, 63) Bu âyet-i kerîmenin feyziyle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Câhil kimsenin yanında kitap gibi sessiz ol.” “Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar.” “Bil ki edep, ancak her edepsizin edepsizliğine sabır ve tahammül gösterebilmektir.” [Çilelere tahammül, kalpleri kemâle erdirir. Zîrâ tahammül, çileler dünyâsında en büyük imtihan edebidir. Öyle ki, bu haslet, bir îmân ölçüsüdür. Nitekim Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Aklım kalbime sordu, din nedir? Kalbim de aklımın kulağına eğildi ve fısıldayarak: «Dîn edepten ibârettir!» dedi.” Edebin kaynağı da Hazret-i Peygamber’dir. Sahâbe-i kirâm, O’nun bâkire bir kızdan daha hayâlı olduğunu ifade etmişlerdir.] “Gülün güzel kokulu olması, onun dikenlere katlanmasındandır. Zîrâ gülün dostu dikendir.” [Hakk’a teşne gönüller için kâinât binbir türlü sessiz ve sözsüz misâllerle müzeyyendir. Dikene katlanan gül, çiçeklerin şâhı olmuştur. Zîrâ saâdetler, cefâlara katlanmanın neticesindedir. Nefsin süflî arzularına ve hayâtın ağır imtihanlarına tahammül, iki cihan saâdetinin kapısıdır. İptilâlar, musîbetler, çâresizlikler, kulu Rabbine döndürür. Dâimâ; “Aman yâ Rabbî!” dedirtir. Bu hâlin zıddına her derdine çâre bulan veya dert ve kederden âzâde olan insanların nefsi kabarık olur. Hayatta çâresizliği tatmayan insanın nefsi âdeta “azgın bir aygıra” döner. İnsanlar, aştıkları engeller nisbetinde rûhen mukâvemet kazanırlar. Sıkıntı ve ıztıraplar, mânevî terbiyede en mühim terakkî vâsıtasıdır. Hak Teâlâ bu sebeple en çok peygamberlerini çile çemberinden geçirmiştir. İnsanoğlu da, verilen nîmetler mukâbilinde imtihana tâbî tutulacaktır. Cenâb-ı Hak bu dünyâda kuluna ne ikrâm ettiyse, ondan imtihan edecek ve âhirette de hesâba çekecektir.] Yine Hazret-i Mevlânâ, huzûru arayan insana, hayâtın dengesini iyi kavramak gerektiğine işâretle şöyle buyurur: “Körler çarşısında ayna satma, sağırlar çarşısında gazel atma.” [Bir mü’minin fârikası, basîretli ve firâsetli olmasıdır. Muhâtabını sîmâsından ve hâlinden tanıyarak onun seviyesine göre hitâb etmesidir. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da: “İnsanlara anlayacakları şekilde (yâni akıl ve idrak seviyelerine göre) konuşunuz.” buyurmuştur. (Buhârî, İlim, 49) Bu, insanlara, kendi aklınızın erdiği kadar değil, onların akıllarının kavrayacağı derecede söz söyleyin, demektir. İnsanların idrak seviyesini anlamak için de Mevlânâ Hazretleri’nin şu ifadeleri kâfî bir düsturdur: “Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesini, neye güldüğünden ise akıl ve zekâsının seviyesini anla!”] * Allâh’a Yaklaşmaya Vesîle Arayın! Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun. O’na yaklaşmaya vesîle (yol) arayın ve yolunda cihâd edin ki kurtuluşa eresiniz.” (el-Mâide, 35) Gönül feyzini Kur’ân-ı Kerîm’den alan Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur ki: “İnsana, meşgul olduğu ve aradığı şeye bakılarak değer verilir.” “Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.” “Kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme. Başsız hareket eden, kuyruk olur.” “Hak dostu bir kişiye bende olmak, padişahların başlarına taç olmaktan iyidir.” [Cihan Sultânı Yavuz Selim Han, büyük fütûhâtından İstanbul’a dönerken, fânîlerin alkış ve iltifatları karşısında nefsinin kendine bir pay çıkarmasından ürkmüş, nefis terbiyesinin zarûretini ifade sadedinde şu beyti söylemiştir: Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş, Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…] Hazret-i Mevlânâ buyurur: “Gönlün yitirdiği hikmet kumaşı, gönül ehlinin katında ele geçer.” “Katı taş olsan, mermer kesilsen bile, bir gönül sâhibine ulaştın mı inci olursun.” “Kuş, ancak kendi cinsinden kuşlarla uçar.” “Allâh ile oturup kalmak isteyen kişi, velîler huzûrunda otursun. Velîlerin huzûrundan kesilirsen, helâk oldun gittin demektir.” “(Sâlih) insanlarla dost ol (ki sâdıklar kervanı çoğalsın). Çünkü bu kervan ne kadar kalabalık ve cemaati çok olursa, yol kesenlerin (isyankârların) beli o kadar kırılır.” [İnsan kelimesi, bir rivâyete göre «üns» kelimesiyle, yâni ünsiyetle alâkalıdır. Bu da onun dostluk ve ülfet kurma meyli ile donatıldığını ifade eder. İşte bu temâyülü, Rabbimizin emrine uyarak sâlih ve sâdık insanlar için kullanmak zarûrîdir. Zîrâ insan; şeytan ve nefs olmak üzere iki ateşin ortasında ve onların tasallutu altındadır. İmam Şâfiî -rahmetullâhi aleyh- ne güzel söyler: “Kendini hak ile meşgûl etmezsen, bâtıl seni işgâl eder.” Bu yüzden insanın Hakk’a kulluk haysiyet ve şerefini muhâfaza edebilmesi için, kendilerinden kalben feyz alabileceği sâlih mü’minlerle berâber olması îcâb eder. İnsan dâimâ rehbere muhtaçtır. Bu zarûretten dolayıdır ki, Cenâb-ı Hak ilk insanı, ilk peygamber olarak göndermiştir. Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, ülfet ve dostluk edilen kimselerin mânevî hâllerinin kişiye sirâyetini şu misâlle ne güzel îzâh eder: “As­hâb-ı Kehf’in kö­pe­ği, sâ­dık­lar­la be­râ­ber ol­du­ğu için bü­yük bir şe­ref ka­zan­dı, nâ­mı Kur’ân-ı Ke­rîm’e ve tâ­ri­he geç­ti. Nûh ve Lût pey­gam­be­rlerin ka­rıları ise fâ­sık­lar­la be­râ­ber ol­dukları için küf­re dû­çâr ol­dular.” Görüldüğü gibi, gâfillerle ve fâsıklarla beraberlik, zamanla onların düşünce tarzına yaklaşmaya sebebiyet verir. Bu “zihnî akrabâlık” bir müddet sonra “kalbî akrabâlığa” döner ki bu da, kulu mânen helâk ve hüsrâna sürükler.] * Nefis Tezkiyesi Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Temizlenen, Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A’lâ, 14-15) “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de fücur ve takvâsını ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10) Bu âyet-i kerîmelerin feyziyle Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur ki: “Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Mûsâ da, Firavun da ölmediler; bugün senin içinde yaşıyorlar, senin varlığına gizlenmişler, senin gönlünde savaşlarına devâm ediyorlar! Bu sebeple birbirine düş­man olan bu iki kişiyi kendinde araman gerekir!” “İnsan bir ormana benzer. Nasıl ki ormanda binlerce domuz, kurt, temiz ve pis huylu hayvan varsa, insanda da her türlü (rûhî) güzellik ve (nefsânî) çirkinlik vardır.” “Te­ni aşı­rı bes­le­yip ge­liş­tir­me­ye bak­ma! Çün­kü o, so­nun­da top­ra­ğa ve­ri­le­cek bir kur­ban­dır. Sen asıl gön­lü­nü bes­le­me­ye bak! Yü­ce­le­re gi­de­cek ve şe­ref­le­ne­cek olan odur.” “Rû­ha mâ­ne­vî gı­dâ­lar ver. Ol­gun dü­şü­nüş, in­ce an­la­yış ve rû­hî gı­dâ­lar sun da, gi­de­ce­ği ye­re güç­lü, kuv­vet­li git­sin.” “Sen süflî ve nefsânî huylarından sıyrılıp öldüğün, yâni Hakk’a teslîm olduğun vakit, sırlar denizi seni başının üstünde taşır.” “Hiçbir ayna, tekrar demir olmadı. Hiçbir ekmek, varıp harmanda buğday olmadı. Hiçbir üzüm artık koruk olmadı. Hiçbir olmuş meyve, yeniden turfanda hâle gelmedi. Piş, olgunlaş da bozulmaktan kurtul!” “Gündüz gibi ışık saçmak istiyorsan, geceye benzeyen nefsini yakmalısın.” [Cenâb-ı Hak ömür nîmetini bir defâya mahsus olarak lutfetmiştir, tekrarı yoktur. Bu yüzden ömür sermâyemizi dikkatli kullanıp Hakk’a yakınlığa medâr olacak mânevî olgunluğa erişmemiz îcâb eder. Zîrâ dünyâ hayâtında sadece mânevî kemâle erebilen insanların kayıp ve firesi az olur. Rûhî olgunluktan mahrum bir şekilde nefsinin arzularına râm olma gafleti, insanı iki cihan bedbahtı eder. Çünkü mânevî terbiye ve tezkiye ile dizginlenmemiş bir nefs, az­gın bir ata benzer. Az­gın bir at, sâ­hi­bi­ni men­zil-i mak­sû­da ulaş­tır­mak ye­ri­ne, uçu­rum­lar­dan yu­var­la­ya­rak onun he­lâ­ki­ne se­bep olur. Fa­kat bir bi­nek atı iyi ter­bi­ye edi­lip, gü­zel­ce gem­len­miş­se, sâ­hi­bi­ni en teh­li­ke­li yol­lar­da bi­le se­lâ­met­le ta­şı­yıp gö­tü­rür.] * Kalbin Kanseri: İhtiras Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “…Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele! (Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki): «İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35) Bu âyet-i kerîmelerden ilhamla Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Ne kadar zengin olursan ol, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırsan, alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.” “Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.” “Dünyâ nedir? Dünyâ, Hak’tan gâfil olmaktır.” “(İmtihan mekânı olan) dünyâ, (süflî arzuların) bir mıknatısı gibidir, bütün samanları çeker; ancak özlü buğday (yâni iç âlemi sır ve hikmetlerle dolu ârif bir mü’min), onun çekişinden kurtulur.” “Nefsin tuzağı, dünyâ malıdır; dünyâ malı kimini sarhoş eder, aldatır. Dünyâya gönül verenlerin kalp gözü, bu yüzden kördür. Çünkü onlar balçıktaki acı ve tuzlu suyu içerler. (Rûhânî âlemin saâdetini tatmadıkları için sefâletlerini saâdet zannederler.)” “Aç gözlülük ve dünyâ nîmetlerini elde etme hırsı, insanı hakkı olmayan şeylere el uzatmaya zorlar.” [Dünyâ ihtirâsı, en büyük gaflet sebeplerinden biridir. İhtiras; kalbi hak ile bâtıl, helâl ile haram, doğru ile yanlış gibi hususlarda âdeta âmâ hâle getirir. Mevlânâ Hazretleri, dünyâ ihtirâsının nasıl kalp gözünü kör ettiğini müşahhas bir misâl ile şöyle ifade eder: “Köpek bile kendisine atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” Yâni gözünü hırs bürümüş bir insanın dünyâ nîmetleri karşısındaki tavrında bir köpekteki kadar bile bir dikkat, hassâsiyet ve sakınma görülmez. Dünyâ hırsı bu derece fecî bir mânevî felâkettir. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da bizleri îkaz sadedinde insanoğlunun dünyâya karşı ne büyük bir zaaf içinde olduğunu şöyle ifade buyurur: “Âdemoğlunun iki dere dolusu malı olsa bir üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun içini (karnını) topraktan başka bir şey dolduramaz.” (Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116) Bir misâl vermek îcâb ederse, dünyâ ihtirâsına yenik düşenler, kendilerine bütün dünyâ bile verilse, -tâbir câizse- “Acaba Ay’da ve Merih’te de birer parsel elde edebilir miyim?” kaygısı içinde yaşarlar. Maalesef günümüzde, materyalist dünyânın zebûnu olmuş çürük ruhların ihtirasları, nice toplumların helâkine rağmen bitip tükenmek bilmiyor. Bugünkü dünyânın hazin manzarası işte budur. Sahâbe-i kirâmdan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’a âit şu hikmetli sözler de, onun dünyâ nîmetlerine bakış tarzını ne güzel hulâsa etmektedir: “Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sâhibi, yâni sen, ikincisi kaderdir. O, hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yâni ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesâbını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma. Allah Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (hayrın kemâline) eremezsiniz…» buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyor (sadaka olarak veriyor)um.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163) Velhâsıl dünyâ nîmetleri ilâhî bir emânettir. Ne vakte kadar kulun tasarrufunda kalacağı meçhuldür. Her an kaybedilmesi muhtemeldir. Kader ise sürprizlere açık bir meçhuldür. Onun ne getireceği belli değildir. En kaçınılmaz gerçek olan ölüm de, kader takviminde meçhul bir zamana bağlanmıştır. O hâlde ebedî saâdet ve selâmet için, eldeki nîmetleri Allah yolunda kullanmak ve her an ölüme hazır olmak îcâb eder.] * Kalbin Devâsı, İki Cihan Saâdeti: İnfak Âyet-i kerîmede buyrulur: “Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah yolunda) harcayın.” (el-Münâfikûn, 10) Bu âyet-i kerîmeden ilhamla Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “Fakr u zarûret içinde boğulan gönüller, dumanla dolu bir eve benzer. Sen onların derdini dinleyerek ve o derde dermân olarak o dumanlı eve bir pencere aç ki, onun dumanı çekilsin ve senin de kalbin rakikleşip rûhun incelsin!..” “Sende ne var, sen ne elde ettin? Denizin dibinden nasıl bir inci çıkardın? Ölüm gününde bu ortaya çıkacak ve kesinlik kazanacaktır.” “Dostların ziyaretine eli boş gitmek, değirmene buğdaysız gitmektir.” “Ecel, verileni almadan önce, verilmesi gerekenleri vermek gerekir.” [Bu hususta merhum Necip Fâzıl’ın şu beyti ne kadar mânidardır: Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!..] * Velhâsıl bütün bu hikmetli nasihatler, gönüllerimizin ihyâsı için bir âb-ı hayat mesâbesindedir. Bu hikmet hazînelerinin kıymetini lâyıkıyla takdîr edebilenler, onları hayatlarına tatbik ederek kendilerine ebedî saâdet sermâyesi kılabilen kâmil mü’minlerdir. Rabbimiz hikmete teşne bir gönül iklîminde yaşayabilmeyi; hakîkat ve esrâra âşinâ olabilmeyi; “اِقْرَأْ : oku” tâlimâtı gereğince Kur’ân, kâinât ve insanı lâyıkıyla okuyabilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin! Âmîn…
Posted on: Thu, 29 Aug 2013 10:35:12 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015