KARŞI DEVRİM ATATÜRK ÖLDÜĞÜ GÜN BAŞLAMIŞTIR. Tevfik - TopicsExpress



          

KARŞI DEVRİM ATATÜRK ÖLDÜĞÜ GÜN BAŞLAMIŞTIR. Tevfik Rüştü Aras, Atatürk’ün değişmez dışişleri bakanıydı. Atatürk döneminin ne denli başarılı olduğunu hemen herkesin kabul ettiği dış siyasasından sorumluydu. Şükrü Kaya ise, aynı nitelikteki içişleri bakanıydı. Hükümette ne değişiklikler yapılırsa yapılsın, bu iki bakan görevlerini sürdürürlerdi. Her ikisi de Atatürk’e doğrudan bağlı ve güvenini kazanmış kişilerdi. Oysa, onların yerine getirilen Refik Saydam ve Şükrü Saraçoğlu, İnönü’nün has adamıydılar, öylesine ki önce Saydam, onun ölümü üzerine de Saraçoğlu başbakan olacaklardır. Bunu izleyen günlerde de Atatürk’ün hep çevresinde bulunan Kılıç Ali, Hüsrev Gerede, Cevat Abbas Gürer, Hasan Rıza Soyak, Naşit Hakkı Uluğ ve Tahsin Üzer milletvekili adayı gösterilmeyerek TBMM dışında bırakıldı. Aynca, Tevfik Rüştü Araş ve Şükrü Kaya’nın da milletvekili olmaları engellendi.Celal Bayar’ın başbakanlığı da 25 Ocak 1939’da sona erdi. Böylece siyaset dışı bırakılan, yönetimden dışlanan bu kişiler gerçekten de Atatürk’ün güvendiği ve yakını olan kişilerdi. Örneğin, Hasan Rıza Soyak, onun genel sekreteriydi. Hüsrev Gerede, Atatürk ile Samsun’a çıkanlar arasındaydı ve silah arkadaşıydı. (Gerede, Berlin Büyükelçiliğine atanacak ve 1942’ye değin bu görevini sürdürecektir), Cevat Abbas Gürer, yaverliğini yapmışta. Kılıç Ali, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Atatürk’ün güvenini kazanmış, önemli görevler üstlenmiş bir yakınıydı. Atatürk, son nefesini verirken yanında bulunanlardan biri de oydu. Mustafa Kemal Paşa’ya karşı oluşturulan bu muhalefet, 1 Kasım 1922’de hilafetin saltanattan ayrılması ve saltanata son verilmesi sırasında iyice yoğunlaşacaktır. Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa’dan randevu isteyerek bu konuyu tartışacak, görüşme sırasında Ali Fuat ve Refet Paşalar da onunla birlikte olacaklardır. İstekleri, padişahlığın sürdürülmesidir. Rauf Bey’in bu görüşme sırasında söylediği şu sözler onun kafa yapısına ışık tutacak niteliktedir: “Ben makam-ı saltanat ve hilafete vicdanen ve hissen merbutum [bağlıyım]. Çünkü, benim babam padişahın nan ü nimetiyle [ekmeğiyle/bağışlarıyla] yetişmiş, Osmanlı Devleti’nin ricali sırasına geçmiştir. Benim de kanımda o nimetin zerratı [parçacıkları] vardır. Ben nankör değilim ve olamam. Padişaha muhafaza-i sadakat borcumdur. Halifeye merbutiyetim ise terbiyem icabıdır.” Açıkça görüleceği üzere, Rauf Bey’in kafasında “devlet”, “halk” ve “vergi” gibi kavramlar yoktu. Ona göre: sanki efendisi olan padişah, halkın vergileriyle babasının ve kendisinin aylığını ödememiş de, kendi cebinden çıkarıp vermişti. Padişah ve devlet, onun için aynı şeydi! Ve Rauf Bey ile bu paşalar saltanatçı, hilafetçi ve mandacı idiler!... Rauf Bey, bu girişimleriyle yetinmeyecek, Cumhuriyet ilan edilince de basma demeç vererek buna karşı çıkacak “gelenin gideni arattırmaması gerektiğini” söyleyerek Atatürk’ün padişahın yerine kendisim geçirdiğini ileri sürecektir. Rauf Bey, çok geçmeden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından olacaktır. Bu partinin bir başka kurucusu ise, Ali Fuat Cebesoy’du. O da Cumhuriyet’in ilânına karşı çıkanlardandı, Cumhuriyet’in bir “emrivaki” olduğunu, Atatürk’ün “şahsî idare”, yani diktatörlük kurduğunu kendisi anılarında yıllar sonra bile açıkça yazacaktır. Terakkiperver Cumhuriyet Partisi’nin genel başkanlığını ise Kâzım Karabekir üstlenecektir. O da. Cebesoy gibi düşünmekteydi. Onun kafa yapısına da ışık tutabilmek için İzmir iktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmadan birkaç tümceyi buraya almak yetecek: “Bu kabul edildiği takdirde [söz konusu ettiği Arap abecesinin bırakılıp yeni bir abecenin kabul edilmesidir] memleket here ü merce girer allak bullak olur].... Böyle fikirler içimize girmesin. Sonra büsbütün lâî-ü ebkem olur [ağızsız dilsiz olur] ve bütün âlem-i İsİâmı üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz.’ İşte, bu üçlüden Karabekir, 10 Kasım 1923’de basına demeç vererek, gerçekte cumhuriyete değil ama “şahsî saltanatla karşı olduğunu açıklayacak, aynı gün Rauf Bey ile birlikte Halife Abdülmecit Efendiyi ziyaret ederek saygılarım sunacaklardır. Bu arada, Ankara’ya karşı olan İstanbul basını İngiltere hesabına çalışan İsmailiye tarikatı başkam Ağa Han ile İngiliz Kralının özel danışmanı Emir Ali’nin hükümete hilafetin kaldırılmaması için çektikleri telgrafi yayınlayınca, İstanbul’a bu olayı soruşturmak üzere bir İstiklâl Mahkemesi gönderilmek istenecek, Meclis’te Rauf Bey ve onun çizgisinde olanlar buna karşı çıkacaklar, başarılı olamayınca da Halk Fırkası’ndan (CHP’nden) istife edeceklerdir. Bu kişiler, hir araya gelerek Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ın (TCF) kuracaklardır. Aralarında, Halide Edip’in (bu hanım üzerinde aşağıda ayrıca duracağım) eşi Dr. Adnan [Adıvar] ve Refet, Rüştü Paşalar da bulunacaktır. Şu duruma göre Terakkiperver Cum Fıkrası, eski mandacılar, saltanatçılar, hilafetçilerce kurulmuş bir parti kimliğindeydi. Ancak, ilginç olan partinin programıydı. Hele programın bazı maddeleri ilginç olmaktan da öteydi. Gerçekten de, programın 32.maddesinde iç, dış ve transit ticaretin kayda bağlı olmaksızın serbest olacağı öngörülüyordu. Bu ülkenin açık pazar durumuna getirilmek istenmesinden başka bir anlama gelemezdi. 33.maddede sanayiinin kalkındırılması için gümrük indirimi yapılacağı belirtiliyordu. Usunu yitirmemiş hiç kimse, ulusal sanayiinin kalkındırılması için gümrük duvarlarının yükseltilmesi gerektiğini -hele o günkü koşullarda bilir. 42.maddede ise önce ülkenin yabancı sermayeye muhtaç olduğu belirtiliyor, sonra da yabancı sermayeye iyi davranarak ülkeye getirilmesi gerektiği kaydediliyordu. 41.madde bunu bütünleyici nitelikteydi. Öte yandan, Prens Sabahattin’den beri emperyalizmin işbirlikçilerinin öne sürüp durdukları yerinden yönetim ilkesinin uygulanması isteniyordu ki, bu, ülkenin parçalanması demekti. İnönü,’“kırgınlıkları gidermek” amacı ile 24 Mart 1939’da Dolmabahçe Sarayı’nda 1700 kişilik bir çay partisi de verdi. Bu partiye tüm kırgınlar!” çağrılmıştı. Eski Sadrâzamlardan Salih Pasa, Cafer Tayyar Eğilmez, Ali İhsan Sabis gibi kişiler de çağrılılar arasında bulunuyordu. Atatürk’e ve devrimlere karşı olduğu için Türkiye’de bannamayarak eşi Halide Edip Adıvar ile birlikte yurt dışında yaşayan TCF kurucularından olan Dr.Adnan Adıvar da bu çay partisine yetişti. 2 gün sonra da Halide Edip Türkiye’ye gelecekti Atatürk, Halide Edip’in Sivas Kongresi toplanırken ona yazdığı ve Amerikan mandasının gerekli olduğunu bildiren mektubunu bağışlayamamıştı. O denli ki, bu mektubu Nutuk’a olduğu gibi alarak eleştirmişti. Öte yandan, Halide Edip, TCF sırasındaki tutumu ve devrimlere cephe alışı yüzünden Atatürk’e ters düşmüştü. Birinci sınıf Amerikancı ve Amerikan mandacısı olan Halide Edip’in, Sivas Kongresi’nden bir bağımsızlık savaşı karan çıkmasını engellemek amacı ile Atatürk’e yolladığı 10 Ağustos 1919 günlü mektup, Sultan Ahmet Meydanı’nda halkı coşturan, daha sonra Ankara’ya geçen ve bu nedenle de sanki bir kahramanmış gibi algılanan Halide Edip’in gerçek kimliğini ortaya koyan belgelerden yalnızca biridir. Şimdi bu mektuptan birkaç satır okuyalım: “ lâzım gelen para, ihtisas ve kudrete sahip değiliz. Siyasî istikrazlar, siyasî esareti tezyid ediyor [arttırıyorj. Tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir netice veren yeni bir hayat yaratamıyoruz. ...... Filipin gibi vahşi bir memleketi bugün kendi kendini idareye kaadir asrı bir makine haline koyan Amerika, bu hususta çok işimize geliyor. Bu sebeplerden dolayı süratle istememiz lâzım gelenAmerika da, tabiî mahsursuz değildir. İzzet-i nefsimizden[onurumuzdan / öz saygımızdan epeyce fedakârlık etmek mecburiyetinde bulunuyoruz ..... Amerika’nın fikri, hafi olarak [gizli olarak] şudur: umumî ve bir tek manda istiyorlar Sivas Kongresi inikat edinceye kadar [toplanıncaya kadar] Amerika komisyonunu alıkoymaya çalışıyoruz. Hattâ kongreye Amerikalı bir gazeteci göndermeye de belki muvaffak olabileceğiz. ..... kendimizi Amerika’ya müracaata mecbur görüyoruz Sergüzeşt [macera] ve cidal [kavga / savaş] devri artık geçmiştir Halide Edip, Ulusal Kurtuluş Savaşı ile ilgili anılarını önce İngilizce olarak yayınlamış sonra dâ Türkçe’ye Türk’ün Ateşle imtihanı - Kurtuluş Savaşı Anıları adı altında çevrilmiştir. Türk’ün Ateşle İmtihant’nından şu satırları okursak, Halide Edip’in kişiliği daha bir açıklık kazanacaktır: “....kadınlar..... yurtlarının tehlikeye girmesine karşı derhal isyan ediyorlardı. Beyoğlu tarafındaki yüksek sosyete kadınlar. İtilaf Kuvvetleri’nin bu hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilaf ordularının zabitlerini davet ederek onlara anlatmaya çalışıyorlardı. Danslı partiler veriliyor ve İtilaf ordularının zabitleri elde edilmek isteniyordu. Belki bu zabitlerin üzerinde bir tesir yapmışlardı Bunun görünürdeki neticesi birkaç evlenme ile nihayet buldu....” Burada söz konusu olan, işgal ordusu subaylarının kollarında dans eden, dahası onlarla evlenen Türk kadınlarıdır! (İnsan burada ister istemez, Almanlar Fransa’yı işgal ettiklerinde Fransızlar’in, onlarla parası karşılığı ilişki kuran genelev kadınlarının saçlarını sıfır numara tıraş ederek sokaklarda aşağılayarak gezdirmiş olduklarını anımsıyor!...) Ne var ki, Halide Edip’in hemen hemen tüm romanlarında işlediği konulardan biri de Türk kadınlarının yabancı erkeklerle evlenmeleri ya da metresleri olmalarıdır. Bunu çok olumlu bir davranış olarak gösterir durur. O, eğer bu tür bir evlenmeyi sağlayamazsa Türk ana ve babadan doğacak olan çocuk kız olursa adının Dolly Şadiye, erkek olursa George Halim konulmasını ister Hüseyin Cahit Yalçın, Malta sürgünlerindendi. 1921 yılının Nisan’nında sürgünden kurtulunca bir süre Türkiye’ye dönmeyecek, İtalya’da kalacaktı. Ancak, 1922’de İstanbul’a geldi ve Tanin gazetesini çıkarmaya başladı. Hüseyin Cahit Yalçın, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katılmadığı gibi, Ankara’daki hükümeti de ağır bir biçimde eleştirmeye koyuldu. Hilafetin kaldırılmasına karşıydı. Cumhuriyet’in aceleye getirildiğini öne sürüyordu. Ankara’daki yönetimi diktatörlükle suçluyor ve 31 Mart gericilerine benzetiyordu. Yalçın’nın o günler için değerlendirmesi şöyle: “Ankara benim iyi niyetimden ve katıksız taraflılığımdan emin değildi. Ben Ankara’nın gerçek ve içten bir devrim ruhu ile hareket etmediği korkusunda idim. İşte o dönemdeki çarpışmaların asıl kaynağı budur.” Yukarıda sözü edilen ve Ağa Han ile Emir Ali’nin hilafetin kaldırılmamasını isteyen mektubu da gazetesinde yayınlayacaktır. TCF’nı da savunmaktan geri kalmayacaktır. Bunun üzerine, İstiklâl Mahkemesi’nce yargılanacak ve süresiz (sonsuz) sürgün cezası verilerek Çorum’a gönderilecektir. Çorum’da bulunduğu sırada ise bu kere İzmir Suikastı olayı nedeniyle tutuklanacak, ancak yargılama sonucunda aklanacaktır. Bu arada bazı yasal değişikler nedeniyle 1926’da sürgün cezasından da kurtulacaktı. Yalçın, bu tarihten sonra siyasal gelişmelerden ve konulardan uzak dalmaya özen göstermiş bulunuyordu. İnönü’nün Defter’ine yazdığına göre, Hüseyin Cahit Yalçın’ın CHP’ye girmesini ve milletvekili yapılacağını bildirmek üzere Celal Bayar’ı görevlendirmiş. Böylece, Yalçın, 1939-1954 yıllan arasında Çankırı, İstanbul ve Kars milletvekili olarak TBMM’nde bulunacaktır. ENDERUNİLER İŞ BAŞINDA Büyük Önder Atatürk’ün öldüğü gün, Osmanlı Cihan Devletinin yıkılmasına sebep olan zihniyet karşı devrim yaparak iktidarda söz sahibi olmuştur. Enderuni dönme ve devşirmelerin azınlıkçılarla bir aşiret olgusuyla birleşerek Türk Milletine karşı yaptıkları karşı devrim ile Atatürk’ün kurduğu milli devlet tahrip edilmiştir. Atatürk’ün ebediyete intikali ile birlikte milli projeler tersine çevrilmiş, Yapılanlar sanki Atatürk’ün düşünceleri ve idealleriymiş gibi bu millet aldatılmıştır. Halende Atatürk böyle anlatılarak sözde Atatürkçülük adına milli birliğin, üniter yapının parçalanması için elden gelen yapılıyor. 67 Yıldır Türk Milleti aleyhine alınan işbirlikçi kararlar milletimize zafer diye yutturulmuş, Türkiye Osmanlı devletinin yıkılmasına sebep teşkil eden hadiselere maruz bırakılmıştır. Bu günkü geldiğimiz noktada Türkiye’nin yönetiminde etkin sivil toplum kuruluşları, sivil insiyatif içerisindeki siyasi partiler, Medya kuruluşları, sermaye, bürokrasi büyük ölçüde yabancıların kontrolüne girmiştir. Atılan imzalar verilen tavizler nedeniyle Türkiye bir yandan çözülürken diğer taraftan dış müdahalenin gerekleri oluşturulmakta Türkiye saldırıya açık hale gelmektedir. Türkiye Batı’nın adı konmamış bir mandası durumuna doğru yol almaktadır. Bu Atatürk’ün aziz hatırasına saygısızlıktır. Onun kurduğu Türkiye Cumhuriyetine ihanettir.
Posted on: Mon, 09 Sep 2013 00:03:44 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015