KÜRTLERDE KÜLTÜREL GELENEĞİN OLUŞUMU VE ZERDÜŞTLÜK-1 11 - TopicsExpress



          

KÜRTLERDE KÜLTÜREL GELENEĞİN OLUŞUMU VE ZERDÜŞTLÜK-1 11 Eylül 2013 Çarşamba Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Zenginliği ve evrenselliği gün geçtikçe daha geniş çevreler tarafından kabul edilen Mezopotamya kültürünü daha derinliğine öğrenme son derece önemlidir. Zira Mezopotamya kültürü insanlığın evrensel ve ortak mirasıdır. Tüm insanlığa şu veya bu şekilde mal olmuştur. Mezopotamya kültürünün yaratılmasında bölgenin tüm halklarının payı söz konusudur ama Kürt halkının çok daha ağırlıklı ve önemli bir payı olduğu her geçen gün daha fazla kanıtlanmaktadır. Her ne kadar Kürt halkı tarih dışına itilmek istenmiş, 20.yüzyılda varlığı dahi tartışma konusu yapılmışsa da, açığa çıkan tüm veriler bize Ortadoğu kültür ve uygarlık tarihinde Kürtlerin ve Kürdistan ülkesinin kendine özgü bir konumu ve göz ardı edilemez bir ağırlığı olduğunu söylemektedir. Kürt halkının kendi öz kültürünü daha yakından tanıması, bu çağı ve içinde bulunduğumuz kaotik süreci daha köklü, daha kapsamlı anlamasını ve algılamasını sağlayacaktır. Bu konudaki başarı düzeyi ise halk olarak sürece müdahale yeteneğine doğrudan etki edeceği gibi kendi yaşamını ve geleceğini inşa etme mücadelesindeki başarısının da teminatı olacaktır. İçinden geçtiğimiz süreç Kürt halkı açısından bir gelecek kurma sürecidir, kendi geleceğini yeniden inşa etme sürecidir. Gelecek arayışı tüm zamanlarda olduğu gibi, aynı anlama gelmek üzere bir geçmiş arayışıdır; köklerine, köklerinin mümkün olan en derin noktalarına doğru girişilen bir arayıştır. Çünkü bütün canlılar gibi, Kürt halkı da ancak kendi kökleri üzerinde filizlenebilir ve ancak kendi kökleri üzerinde yeni bir yaşam inşa edebilir. Geçmişin doğru bir tanımına ulaşma insanlık için her zaman önemli olmuştur. Bu günümüzde de öneminden bir şey yitirmiş değildir. Denilebilir ki, insanlığın geleceğe ne kadar ihtiyacı varsa tarihe, geçmişe de o kadar ihtiyacı vardır. Edward Said, bu konuda “Geçmişin bugünkü kültürel tavırlar üzerindeki etkisi, geçmişin kendisinden daha önemlidir” demektedir.(1) Bu söz bugünümüzü ve yarınımızı şekillendirirken geçmişe neden ihtiyaç duyulduğunun iyi bir ifadesidir. Aynı konuda A. Timuçin ise şu değerlendirmelerde bulunmaktadır: “İnsan için yaşamak her şeyden önce ilerlemek demektir, bugününü geçmişinden damıtmak ve bugünüyle geleceğini kurmak demektir. Eskinin bilgisine en geniş çerçevede ve sağlıklı bir biçimde ulaşmak, bu yüzden geleceğe sağlıklı bir biçimde ulaşmanın temel koşulu oldu. İnsan hızla ve tutkuyla geçmişini araştırıyor. Rönesans, Ortaçağın külleri arasından geçmişin değerlerine uzanmakla gerçekleşti.”(2) Geçmiş derken anlamamız gereken geleceğimizi belirlemede bize katkı sunacak kültürümüzdür; halkımızın kültürel deneyim ve birikimlerinden oluşan mirastır. Bir halkın tarihi, her şeyden önce ve her şeyden daha çok kültürel tarihidir. Bu gün insanlığın içinde bulunduğu kaotik süreçten çıkış yapmasında, yaşadığı bunalımı aşmada kültür faktörü önemli hatta temel bir faktör olarak karşımıza çıkıyorsa boşuna değildir. Zira kültür bir güç kaynağıdır. Tarihin her aşamasında ve yaşamın her alanında toplumun kendisini ifadesidir; toplumun kendini yaratma ve üretme biçimidir. Bir toplum kendini nasıl üretiyorsa, bu üretme biçimi ve yolu onun kültürünü oluşturmaktadır. Bu gerçeklik kültürün ideolojik, siyasal, sosyal boyutları ile toplumun egemen ve ezilen tabakaları açısından yarattığı farklılaşmayı da anlamamıza olanak sağlar. Bir emekçi ile bir haraminin farkını anlamak gibi. Zira kültür bir toplumun aynı zamanda sosyal ve siyasal kimliğidir. Bu açıdan kaçınılmaz biçimde bir mücadele alanıdır. Tarihte yaşanan kültür kırımlar, soykırımlar, acımasız asimilasyon örnekleri, yerle bir edilen; yağmalanarak adeta tarihten silinen kültürlerin içler acısı durumu, kültürün nasıl yoğun bir mücadele alanı olduğunun çarpıcı kanıtlarıdır. Egemen, sömürgeci güçlerin kültür kavramına pragmatik ve düşmanca yaklaşması boşuna değildir. Çünkü bir halkın kendi kültürel değerlerinin ve köklerinin farkına varması demek hızla siyasal bilince; ardından da mücadele gücüne ulaşması demektir. “İnsanoğlunun geçmişte kurduğu kurum ve kültürlerin üzerine yaptığı araştırmalar ile köklerini bulmak için gösterdiği çabalar iktidar sahiplerini sürekli olarak korku içinde yaşatır.”(3) Aslında kültür düşmanlığı, farklı kültürlere karşı tahammülsüzlük, giderek farklı olanı yok sayma, görmezlikten gelme, hatta inkâr ve imha etme yaklaşım ve uygulamaları, tarihi kendinden başlatanların müzmin ve ortak bir hastalığıdır. Tarihte örnekleri bolca görülen bu tür kültür karşıtlığına, inkârına, asimilasyonuna ve kırımına en çok maruz kalan hiç kuşkusuz Kürt halkıdır. Tarihte Kürt kültürü kadar kıyıma uğratılan, inkâra maruz kalan, yağma ve talan edilen bir başka kültüre rastlamak zordur. Bu soykırım amaçlı uygulamalar günümüzde de devam etmektedir. 21. Yüzyılın bu ilk çeyreğinde kaotik süreci kendi lehine çevirmeyi amaçlayan güçlerin kültür alanında üstünlük sağlamak için nasıl yoğun bir mücadele verdikleri ortadadır. Bu amaçla hasımları tarafından Kürt kültürel değerlerine yöneltilen saldırı ve tehlikenin büyüklüğünü görememek gafletten de öte körlüktür. Dolayısıyla Kürt halkı için konunun önemi, kendi kültürel varlığına sahip çıkma, kültür mirasını ve değerlerini tanıma yaşamsal bir anlam ifade etmektedir ve bu bir an bile unutulmamalıdır. İnsanlık tarihi baştan sona bir kültür üretim tarihidir Kültür kavramı etimolojik olarak Latince kökenli Colere kelimesinden gelmektedir. Toprağı sürmek, işlemek anlamı taşıyan bu kök, Cultivate (ekip-biçme, yetiştirme, geliştirme) ile Agriculture (tarım) gibi sözcüklerde de görülmektedir. Tarımsal kökenli olması dikkat çekicidir. Ayrıca Culture kelimesi en başından beri kendiliğinden değil de, insan iradesi sonucunda büyümekte olan bir şeyi ifade etmektedir. Kürtçede de “kültür”ün karşılığı olarak “Çand” veya “Çandini” sözcükleri kullanılır. Tarımla, ekip-biçmeyle bağlantılı olması dikkate değerdir. Keza Türkçede kültür kelimesinin öz Türkçe karşılığı olarak “Ekin” sözcüğü kullanılmaktadır ve tarım etrafında örülen yaşamı anlatmaktadır. Bu etimolojik realite, aslında kültür olgusunun tarım devrimi ve tarımsal üretim faaliyetiyle ilişkisini de ortaya koymakta, Neolitik dönemin daha başka pek çok olgu gibi kültürün de doğurucusu olduğuna işaret etmektedir. Marx kültür için “İnsanoğlunun yarattığı hemen her şey” demektedir. Bu tanım kültürün kapsamının genişliği kadar, kültürün insana özgü karakterini de dile getirmektedir. Konuyla ilgili incelemelerin hemen hepsinde kültürün tarihsel ve toplumsal bir olgu olduğu, insanlık tarihinin baştan sona bir kültür üretim tarihi olduğu ve kültürün kendisinin de özünde toplumsal insanın bir üretimi olduğu belirtilmektedir. Özcesi kültür insanın sosyal kişiliğidir, kendini yaratma ve üretme yoludur. İnsan toplumsal ve sosyal bir varlık olduğuna göre, toplumsallık dışında bir insan gerçeği düşünülemeyeceğine göre; kültürde aynı şekilde toplumsal yaşamın bir ürünüdür ve toplumsal boyutta ele alınmak, düşünülmek durumundadır. İşlevi toplumsal pratikleri anlamlandırmaktır, ancak toplumsal yaşam içinde anlam kazanabilir. Yani bir insanın tek başına yerine getirebileceği bir etkinlik değildir; toplumdan kopuk kendi başına birey için herhangi bir işlevi olmayacağı gibi anlam da ifade etmez. Toplumu oluşturur, onarır, güçlendirir ve büyütür. Aynı zamanda toplum tarafından toplum için yapılır. Bu anlamıyla kültürel hakları toplumsallık özelliğini bir kenara atıp, “bireysel haklar” derekesine düşürmek, özünden boşaltıp anlamsızlaştırmaktır. İster olumlu ister olumsuz nitelikte olsun, en sıradan bir kültürel etkinlik dahi ancak toplumsallık çerçevesinde anlamlıdır, tek başına bir birey için hiçbir anlam ifade etmez. Bu özellik, en beğenmediğimiz, en yozlaştırıcı kültürler için bile geçerlidir. Dolayısıyla halkların, etnik toplulukların, ezilen azınlıkların kültürel hukukuna “bireysel hak” düzeyinde yaklaşım göstermek tam bir aldatmaca, çarpıtma, hatta safsatadır. Kültür öteden beri egemenlerin elinde bir silah olarak anlam bulmuştur ve iktidar için etkin bir biçimde kullanılmıştır. Egemenler kültürün ezilenlerin, baskı altındakilerin ve muhalefet güçlerinin elinde de bir direnme silahına dönüşebileceğini çok iyi bilmektedirler. Eğer kültürün toplumsal bir yaratım olduğu kabul edilirse, kendini planlama, geliştirme, toplum içinde yayma ve en önemlisi de örgütleme hakkı doğacak ve o zaman muhaliflerin lehine çok güçlü bir mücadele aracı olarak işlev görecektir. İnsanlığın ilk temel ve belli başlı kültürel atılımı Neolitik Köy ve Tarım Devrimi biçiminde Mezopotamya’da gerçekleşmiştir. Neolitik kültür, Tel-Halaf sürecinde yoğunlaşmasının doruğuna ulaştığında -yaklaşık olarak M.Ö. 6.000 civarı- en yakın coğrafyalar olan Mısır, Anadolu ve Kafkasya’dan başlayarak zaman içerisinde Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtasına kadar yayılmıştır. Böylece Sanayi Devrimi sürecine kadar, özellikle üretim tarzı açısından, başat bir kültür olarak varlığını sürdürmüştür. Hatta dünyanın belli bölgelerinde ve Kürdistan’ın çoğu yerlerinde Sanayi Devrimi’nden çok sonralara, 20. yüzyılın son çeyreğine kadar bile varlığını etkin bir biçimde devam ettirmiştir. Bu etkisini özellikle köy ve kır yaşamında halen de devam ettirmektedir. Kürtlerin kültürleşme süreci-dağ-tarım ve hayvancılık Kürdistan stratejik olarak Farsların, Arapların, Türklerin ve Azerilerin hâkim olduğu bir coğrafyanın ortasında yer alan yaklaşık 450.000 km2’lik bir alandır. Bir tarafı Araplar, bir tarafı Türkler, bir tarafı Azeriler bir tarafı ise Farslar tarafından kuşatılmıştır. Ortadoğu’nun en yüksek dağlık, ovalık, ormanlık, bol akarsulu bölgesidir. Ortadoğu’nun en yüksek dağları Kürdistan’dadır. Dağları ile meşhur bir ülkedir. Kürtlerin ayakta kalabilmesinin nedeni büyük ölçüde dağlarıdır. Dağ, Kürt halkının oluşumunda ve tarihsel olarak kendisini sürdürüp bugüne getirmesinde belirleyici olgulardan biridir. Devletçi uygarlık güçlerinin dayatmaları karşısında Kürtler, dağlara sığınarak varlıklarını korumuşlardır. Onun için çok fazla değişime uğramamış, doğal toplum özelliklerini önemli ölçüde korumuşlardır. Büyük devletçi uygarlıkların gelişimi, sınıfların ortaya çıkışı, devletlerin iktidar ve istila mücadelelerine karışmadan, kendini bunların dışında tutarak çok fazla kirlenmeden yaşamasını bilmiş ise bu, onun dağlı karakteriyle yakından bağlantılıdır. Büyük Arap sosyologu İbn-i Haldun Mukaddime’de Araplar için: “Arap, deve ve çöl ilişkisi, Arap’ın oluşmasının temel esasıdır. Arap, deve ve çöl arasındaki diyalektiği bilmeyen Arap’ı bilemez. Arap’ı tanıyabilmen için çölü ve deveyi tanımak zorundasın.” demektedir. Arap, çöl ve deve diyalektiği, Arap’ı tanımak için çok önemlidir. Kürt ve dağ da aynı biçimde özdeştir. Kürdistan büyük dağların olduğu, buna paralel geniş ovaların, bol orman ve akarsuların bulunduğu bir coğrafyadır. Ortadoğu’da böyle bir ülkeye sahip olmak avantajları ve dezavantajlarıyla birlikte iyi anlaşılmayı gerektirir. Bu coğrafyanın bitki örtüsü, her türlü hayvancılık için elverişlidir. Yüksek dağları, bol suları ile geniş ovaları tarım için en elverişli coğrafyadır. Yerleşik düzene geçişte hem hayvancılık hem de tarımcılık bu nedenlerle büyük bir avantaj sağlamıştır. Bu coğrafyada her türlü meyve ve sebze yetişmekte, her çeşit hayvan yaşamaktadır. Kürt toplumunu bu özellikler ile tanımlayacak olursak; tarımcılık ve hayvancılık da en az dağ kadar Kürt toplumu ile özdeştir ve Kürtlerin oluşumunda belirleyici faktörlerdir. Tarih içinde Kürtler daha çok köylü ve göçebe bir topluluk olarak var olmuştur. Bu anlamıyla köylülük ve göçebelik de Kürt karakterleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Kürtlerde belli bir şehirleşme yaşanmıştır, ama bu daha çok dış güçlerin etkisi ve onların hâkimiyeti ile gerçekleşmiştir. Köylülük ve göçebelik Kürtlerin gerçek karakteridir. Sümerler, Aramiler, Persler ve Asurlar’da kent kültürü hâkimdir. Bunlar kentlerin oluşumunda önemli katkıda bulunmuşlar, aynı zamanda şehirlere kendi dil ve kültürlerinin damgasını vurmaya çalışmışlardır. Göçebelik ve köylülük farklı bir örgütlenme, farklı bir kültür, farklı bir sosyal yaşam biçimidir; şehirleşme çok daha farklı. Bu farklı yaşam biçimlerinin ortaya çıkarmış olduğu dil ve kültür özellikleri, örgütlenme ve yaşam esasları birçok çelişkiyi beraberinde getirmiştir. İlkçağda olduğu gibi Ortaçağda da Kürtlerin temsil ettiği köylü-göçer kültürü ile kentli-devletli kültür arasındaki ayrım ve ilişki çoğu zaman çelişkili çatışmalı kimi zaman da uzlaşmalı, alıp vermeli bir şekilde süregelmiştir Kürt halkı neolitik öncesi dönemde ortaya çıkmış ve neolitiği yaratmış bir halktır Kürt dil ve kültürünün temel özelliklerinin şekillenmesini MÖ. 15.000 yıllarına kadar tarihlemek mümkündür. Kürtlerin bu kadar uzun bir süredir varlıklarını korumuş olmaları, dil ve kültürlerini günümüze kadar taşımaları başlı başına farklı bir araştırma konusudur. Buna girmeden M.Ö. 15.000 ile 10.000 arasında Ari kültürünün oluştuğu ve tüm bölgeye hâkim bir hale geldiğinin bir çok bulguyla kanıtlandığını söyleyebiliriz. Bu kültürün M.Ö. 9.000 yıllarına gelindiğinde gelişiminin zirvesine ulaştığı ve yayılma sürecine girdiği görülmektedir. M.Ö. 10.000 ile 15.000 arası kültürel oluşum sürecidir. M.Ö 9.000’den itibaren Ari kültürünün Mezopotamya’dan çevreye doğru bir yayılım gösterdiği anlaşılmaktadır. Bu yayılım ağırlıkla kültüreldir, fiziki değildir. Dolayısıyla Kürtlerin dil ve kültür olarak şekillenmesini M.Ö. 10.000 ile 15.000 yılları arasına yerleştirebiliriz. Kökleri oradadır. Kürtler, Arileri temsil ve ifade gücü en yüksek olan halktır Aryen kavramı ırksal bir tanımlama olmaktan ziyade, tarım devrimiyle ilişkili kültürel bir kavram olarak anlam bulmuştur. Neolitik tarım devrimine dayalı, çiftçiliği ve hayvanlığı esas olan kültürü ilk geliştiren topluluklara ve etnik gruplara verilen genel bir adlandırma olduğu anlaşılmaktadır. Böyle olunca doğal olarak gözler Neolitik Devrim’in ana kaynağına, Altın Hilal coğrafyasına, Toros-Zagros dağ silsilesinin iç eteklerine, Fırat ve Dicle Nehirlerinin doğduğu havzaya yönelecektir. Tüm göstergeler Kürdistan’ı işaret etmektedir. Ari dil ve kültürünün oluşmasında Kürtler temel bir rol oynamışlardır. Değişik ırkların ortaya çıkması ile birlikte, Kürtler Arilerin ataları olarak kabul görmüşlerdir. Ari ırkı, Ari dili ve kültürü Kürtlerin bu coğrafyada kökleşmesiyle derinlik kazanmıştır. “Aryen” sözcüğünün etimolojik çözümlemesini yapan Önder Apo, Ortadoğu kökenli çoğu kavramın olduğu gibi, bu kavramın da bir Sümer adlandırması olduğunu ve “yeri, toprağı, tarlayı süren halk, topluluk” anlamına geldiğini belirtmektedir: “AR ve ARD, Sümerce’de saban ve sürülen yer, tarla anlamına gelmektedir. Toros-Zagros etekleri tarım devriminin doğuş kaynağı olduğundan, Sümerler de bu kelimeyi büyük olasılıkla bu alanda yaşayan ve ‘Horrit’ denilen toprak sahipli kabile topluluklarından almış olabilirler. ‘Ar’ kelimesinin, ‘ard’la yakın bağlantılı olarak ‘saban’ anlamı vermesi terminolojinin gereğidir. Daha sonra Araplar ‘arz’ olarak kullanırken, bugünkü Kürtçede de aynen ‘ard’ (erd) yer, tarla olarak kullanılmaktadır. …Daha sonraki, Ari=yüce, Ar=ateş yaklaşımları biraz zoraki yaklaşımlar olup fazla gerçekçi gözükmemektedir. Bundan ırkçı sonuçlar çıkarmak doğru değildir. Alman Faşizminin bu kavramı çarpıtması bilimsel değil, ideolojik ve propaganda amaçlıdır.”(4) M.Ö. 6.000 yılları Kürt kültürünün Ari kültürü içinde kendi farklılığı temelinde yavaş yavaş belirmeye başladığı süreçtir. Hurriler Kürtlerin ataları olarak kabul edilmektedir. Hurriler ile birlikte Kürt kimliğinin şekillendiğini görüyoruz. Bu kimlik M.Ö. 4.000 ve sonrasında hızla belirginlik kazanmıştır. Kürt kültürünün ve dilinin bu tarihsel aralıkta belirdiği kabul edilmektedir. Bu süreç aynı zamanda Sümerlerin de tarih sahnesine çıktıkları süreçtir. Hurriler ile Sümerler arasındaki ilişki ve çelişkiler de bunu doğrular niteliktedir. Sümerler aşağı Mezopotamya’da (bugünkü Irak) belirirken; Hurriler Yukarı Mezopatamya’da (bugünkü Kürdistan) yaşamaktadır. Aralarında keskin bir ayrışmanın olduğu Sümer yazıtlarından rahatlıkla anlaşılmaktadır. Sümerler sınıflı topluma geçer ve daha çok şehir devletleri biçiminde bir örgütlenme sürecini yaşarlarken, Kürtler, aşirete yakın bir örgütlenmeyi esas almışlardır. Ortaya çıkan şehir devletlerinin ihtiyaçları yukarı Mezopotamya’da (Kürdistan) olduğu için, Sümerler yukarı Mezopotamya’yı ele geçirmek, oradaki mevcut ihtiyaçları ele geçirmek gibi bir yaklaşım içindedir. Hurriler ise aynı biçimde aşağı Mezopotamya’da ortaya çıkmış olan bu saldırgan kültürü tanıma ve buna karşı kendini koruma yaklaşımı içerisindedir. İki kültür ve etnisite arasında böyle bir çelişki ve çatışma söz konudur. Bu durum Medlere kadar gelmektedir. Kürtlerin Med süreçlerine kadar kültürel yapılarını korumaları coğrafyaları yanında toplumsal örgütlenme biçimleri ve zihniyetleri ile de sıkı sıkıya bağlantılıdır. Med sürecine kadar bir yanda şehirlerin oluşumu, giderek bunların devletleşmesi, Sümerler, Asurlar, Hititler vb. gibi birçok kavmin ortaya çıkması ve devletçi uygarlığın yayılması karşısında Kürtlerin yaptığı Aşiret formunda direnişe geçme ve aşiret konfederasyonları ile varlıklarını ve kültürlerini savunma yaklaşımı olmuştur. Devletçi uygarlık karşısında direnme ve kendini koruma temelinde geçen bu süreç içinde Kürtlerde dilsel ve kültürel anlamda bir netleşme ortaya çıkmıştır. Hurrilerden başlayıp Medlere kadar olan süreçte Kürtlük kendisini net çizgilerle ifadelendirir bir konuma gelmiştir. Hurriler, Nairiler, Urartular, Mitanniler gibi birçok evreden geçilerek ulaşılan Med süreci 700–550 yılları arasına denk gelmektedir. Bu dönemde Kürtlerin kültürel durumuna baktığımız zaman, Kürtlüğü ve Kürt kültürünü en iyi şekilde Zerdüştlük tanımlamaktadır. “Zerdüşt Zagros dağ sisteminin aydınlık ve berrak çehresidir, heybetli sesidir.” Aryen mitoloji ve kültürünün en tipik tezahürü, denilebilir ki, M.Ö. 1000 ila 500 yılları arasında Medya’da yükselen Zerdüşt ve Zerdüşti gelenektir. Sümer mitolojisinin insan iradesini hiçleştirip sıfırlayan, insanı “kul”laştırıp köle adıyla bir nesneye dönüştüren tanrı inancı ve buna dayalı tanrı-kral sisteminin aksine, Zerdüşt geleneği, Neolitiğin özgürlükçü tanrıça kültürü özellikleriyle donanmış, özgür ahlaklı olma niteliği en güçlü bir inancı ve ahlakı ifade etmektedir. Zerdüşt inancı ve ahlakı, doğa ile harika bir ekolojik uyum içindedir; doğayı, tarımı, hayvanları neredeyse kutsallık düzeyinde ele almaktadır. Bu inançta olanlar, “Doğaya korkuyla değil açık zihinlerle bakarlar. Güneşe, aya, yıldızlara, rüzgâra, bulutlara, yağmura, dünyaya, sulara, bitkilere ve hayvanlara inanışları gereği büyük saygı gösterirler ve asla zarar vermezlerdi. Doğadan; onu kirletmeden, küçültmeden, ona zarar vermeden doğal bir şekilde faydalanmak gerektiğini düşünür ve insanın doğayı insafsızca fethetmek için değil, doğayla işbirliği yapmak amacıyla yeryüzünde olduğuna inanırlardı.”(5) Neolitik toplumun değerlerini bağrında taşıyan ve yansıtan bu özellikleriyle Zerdüşt inancı ve özgürlük ahlakı, tarihte devletçi toplumun kiri ve pasına, başka bir deyimle “Medeniyet denilen canavarın” olumsuzluklarına en az bulaşan bir kültür ve zihniyet konumundadır. Devleti “Bütün kötülüklerin toplamı” olarak tanımlayan Nietsche gibi özgürlük filozoflarının, kendi kökenlerini Zerdüşt’te aramaları boşuna değildir. Daha önce Urfa’dan İbrahim peygamberin çıkışında, Hurri kökenli kabileler şahsında Semitik kabilelerle birlikte önemli bir rol oynayan Aryen kültür birikimi, bu kez kendi içinde ve tamamen kendi damgasını taşıyan Zerdüşt çıkışıyla, köleci sistemin çözülüşünde tarihi bir misyonun sahibi olmuştur. Babil ve Asur imparatorluklarının şahsında antik köleciliğin sonunu getiren temel olgunun Med ve Pers yükselişi olduğu ve bunun da temelinde -kendisinden sonra Budha, Konfüçyus, Sokrates ve daha sonraları İsa’yı da etkileyen- Zerdüşt’ün bir zihniyet devrimi niteliğindeki reformlarının yattığı genel kabul gören bir görüştür. Gerçekten de Zerdüşti çıkışın zihni, ahlaki ve dinsel yaratıcılığının somut ifadesi Med-Pers imparatorluğunun ve uygarlığının kendisidir. Başka bir ifadeyle Zerdüştlük, Med-Pers uygarlıksal çıkışının ideolojik temeli ve gıdasıdır. Med’ler ve devamcısı niteliğindeki Persler, siyasi ve askeri olarak yükselip dönemin en güçlü ve büyük imparatorluğu konumuna gelmeden önce, Mag rahiplerinin öncülük ettiği uzun bir ideolojik dönüşüm sürecinden geçmişlerdir. Önder Apo’nun “kuluçka dönemi” olarak tanımladığı bu ideolojik oluşum sürecini anlamak, hem Zerdüşt adıyla sembolleşen olgunun ne olduğunu daha net kavramayı birlikte getirecek ve hem de Aryen-Kürt mitolojisinde birinci, ikinci, üçüncü Zerdüşt biçimindeki adlandırma ile ifade edilenin ne olduğu konusunda bir aydınlanma sağlayacaktır. Zerdüştlük Kürtlerin uzun süreçlere yayılı direniş kültürüdür Aryen mitolojisinde birinci, ikinci, üçüncü Zerdüşt diye numaralandırılarak uzun bir tarihsel sürece yaydırılan Zerdüşt adının, aslında Kürt direniş kültürüne öncülük eden ideolojik bir sembol olarak geniş anlamda düşünülmesi daha gerçekçidir. Bir insanın ortalama doğal ömrünü kapsayan bir tarihsel kesitte, Medyalı Mag rahipleri arasından çıkan bir isim olarak Zerdüşt peygamberin varlığı bilinmektedir. Sözünü ettiğimiz, bunun ötesinde, binlerce yılla ifade edilen uzun bir tarihsel zamanı kapsayan önderlik sembolü oluşudur. Tarihteki büyük kültürel aşamaların ve önemli uygarlıkların hemen hepsinin çıkışından önce bir ideolojik inşa veya fikri hazırlık diyebileceğimiz uzun bir hazırlık –kuluçka- dönemi vardır. Bunu, Yahudiliğin çıkışında İbrani peygamberler geleneğinin rolünden; Grek uygarlığının çıkışında Tales’ten Sokrates ve Aristo’ya kadar devam eden filozoflar geleneğinden; Avrupa kültür ve uygarlığında Aydınlanmacı düşünürler geleneğinden; hatta Ekim Devrimi öncesindeki neredeyse bütün 19. yüzyılı kapsayan sosyalist aydınlanma hareketlerinin oynadığı rolden de anlamak, görmek mümkündür. Aynı şekilde Med ve Pers çıkışında da Mag rahiplerinin benzer bir fikri hazırlıkları söz konusudur. Hurri, Mitanni ve daha sonraları da Med boyları ve aşiretleri arasında görülen Vaya Tanrı inancı, Zervanizm, Mazdeizm gibi dinsel inançlar, bu uzun rahip geleneğinin somut örnekleridir. Öte yandan Aryen mitolojisinde üç ayrı Zerdüşt adından bahsedilir: Birinci Zerdüşt; Mazdeizmin ilk ve en eski peygamberi olarak kabul edilir. Asıl adının Mıhabad olduğu ve günümüz Doğu Kürdistan’ındaki Mehabad kentinin de adını buradan aldığı söylenir.(6) Birçok kaynakta M.Ö. 3.000’lerde yaşadığı belirtilir. İkinci Zerdüşt’ün de, ateşten yapıldığına inanılan Huşeng olduğu söylenir. M.Ö. 2.000 yıllarında yaşadığı varsayılmaktadır. Bazı kaynaklar da Huşeng adıyla bilinen İkinci Zerdüşt’ün İbrahim peygamber olduğu da iddia edilmektedir. Üçüncü Zerdüşt ise M.Ö. 600’lerde (660 yılında) Urmiye bölgesinde dünyaya gelen asıl Zerdüşt’tür. Birinci Zerdüşt’ün yaşadığı tarihin M.Ö. 3.000’lere değin geriye, eskiye götürülmesi ile İkinci Zerdüşt’ün Hz. İbrahim olduğu söylemi ve iddiası hiç de anlamsız değildir. Tam tersine, Aryen mitolojisinin bu yaklaşımı son derece anlamlıdır. Zerdüştlüğün Aryen-Kürt direniş kültüründe bir sembol olduğu tezini de doğrular niteliktedir. Hz. İbrahim ve Zerdüşt gelenekleri birbirinden kopuk değildir. Ayrıca Aryen kökenli proto-Kürt boyları ve aşiretlerinin, tarihin farklı dönemlerinde farklı adlar altında olsa da, Sümer’le başlayan köleci-merkezi uygarlık sistemine karşı kesintisiz bir direniş sergilediği, İbrahim çıkışında da bu anlamda önemli bir rol oynadığı bilinmektedir. Buradaki tarihsel sürekliliği gözden kaçırmamak çok önemlidir. Merkezi-köleci Sümer rahip devlet sistemine karşı, en başından beri, Toros-Zagros yayının dış kavislerinde, yani Kürdistan’ın yüksek platolarında sergilenen bu direniş geleneği, ihtiva ettiği Neolitik toplumun özgürlükçü değerleriyle aynı zamanda bir anti-tez olma niteliğini de hep taşımıştır. İşte M.Ö. 1.000 yıllarına gelindiğinde bu gelenek, bu kez Medyalı Mag rahipleri tarafından Mazdeizm inancı biçiminde ideolojik bir yoğunluk kazanacak ve böylelikle Zerdüşt’ün çıkış koşullarını olgunlaştıracak, ardından Zerdüşt Mazda dininde çağa uygun reformlar yaparak tarih sahnesine çıkacak, Med-Pers çıkışına ideolojik-kültürel zemin teşkil edecek olan bu direniş geleneği köleci sistemin çözülüşünde hayati bir rol oynayacaktır. Devam edecek…
Posted on: Wed, 11 Sep 2013 12:33:48 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015