Kürt Sorunu ve Çözüm Olasılıkları Önder APO Belki de - TopicsExpress



          

Kürt Sorunu ve Çözüm Olasılıkları Önder APO Belki de sınıflı uygarlıkla başlayan ilk toplumsal sorun Kürt orijinleriyle ilgili olabilir. Sümer uygarlığının yükselişinde en çok karşımıza çıkan Kurti, Hurri, Guti, Ari kavramları hep aynı kökeni çağrıştırmaktadır. Bu kavramlar ‘Dağlılar’ ‘Dağlı Halk’ anlamına gelmektedir ki, bugünkü Kürtler için de bir unvan olarak hep söylendiği bilinmektedir. Sümer uygarlığı neolitik toplumun antitezi olarak gelişti. Diğer bir deyişle Aşağı Mezopotamya’nın, Dicle-Fırat’ın ovalık vadilerinin dağlık-tepelik vadilerine karşı, Yukarı Mezopotamya’ya alternatif olarak yükselişini ifade eder. Neolitik toplumun sorunları bu yükselişle bağlantılıdır. Neolitik toplumun günümüz Kürtlüğüyle elbette birebir özdeşliğinden bahsetmek bilimsel bir tespit sayılmaz. Fakat halen yaşanan neolitik toplum mirasıyla 10.000 yıl öncesinin toplumu arasındaki benzerlikler tesadüfî değildir. Toplumsal tarih, aradaki bağlantı halkalarının sıkı olması gerektiğini söyler. Arkeoloji ve etimoloji aradaki benzerliğin daha da güçlü olduğundan bahseder. Zagros-Toros dağ silsilesinin eteklerindeki toplumun Pro-Kürt niteliği güçlü bir olasılıktır. M.Ö. 5.000’lerden İslamiyet’in yayılışına kadar geçen süre ilkçağ olarak değerlendirilir. Bu dönemin toplumunda hiyerarşi, hanedanlık, devlet, kent, sınıf, ticaret, tarım, zanaat, aile, kadın, kölelik, din, yazı, bilim, edebiyat, heykel, mimari ve sanayi üretimi başta olmak üzere uygarlıkla ilgili temel kurumların çığ gibi geliştiği bilinmektedir. Bu yönlü gelişme, toplumsal sorunların da çığ gibi büyümesi anlamına gelmektedir. Pro-Kürtler bu sorunların merkezindedir. Çözüm için bulabildikleri temel yollar tarıma ve hayvancılığa yüklenmek, düşmanlarından kurtulmak için dağların yüceliklerine sığınmak olmuştur. Bu iki özellik bugün bile Kürtler için temel varlık etkenidir. Pro-Kürtlerin egemen hiyerarşisi hep yanı başlarındaki devlet uygarlıklarında eriyerek kendi sınıfsal-toplumsal sorunlarını çözerken, geriye kalan emekçi topluluklar bitmeyen kabile ve aşiret boyları halinde hep dağ ve ova arasında konar-göçerlikle, tarım ve hayvancılıkla varlık savaşında yok olmamaya çabaladılar. Geriye kalan dağ ve tarım-hayvancılık genellikle Kürdiydi (İstisnalar kuralı bozmaz). Kent zanaatı ve ticareti de genellikle bugünkü Ermeniler ve Süryanilerin mesleği olmaktaydı. Sanki doğal bir işbölümü yapılmıştı. Dicle-Fırat’ın temel halkları, böylesine bir yaşam diyalektiğiyle birbirlerine bağlanmışlardı. Bu halklar ilk büyük ayrılığı Hıristiyanlıkla yaşadılar. Daha öncesinde İbrahim’in kavramsal tanrısı Yehova, daha köklü bir ayrımı temsil ediyordu. Uygarlığın bağrından doğan toplumsal sorunların kendini hep yeni tanrı ve dinler biçiminde ifade ettiğini hiç unutmamak gerekir. Ne kadar çelişkili din ve tanrı kavramları oluşmuşsa, toplumsal sorunlar da o kadar büyümüş ve çeşitlenmiştir. Zagroslardaki Zerdüşt dinselliği tarım ve hayvancılığın yüceliğini, yani tanrısallığını ifade ederken, Sümer, Babil, Akad ve Asur’un tanrıları kenti, ticareti, devleti ve hanedanı yansıtırlar. Bunu açıkça söylerler. Hıristiyanlığın ilk defa ezilmişlerin ve yoksulların dini olarak şekillenmesi, aslında toplumsal sorunlara yine tanrı dini ve diliyle çözüm arayışını ifade eder. Musevilik, kabile dini olarak doğarken, Hıristiyanlık, ondan halk dini olarak neşet eder. Ümmete, ekümeniğe doğru ilk büyük adım oluyor. Muhammedilik doğuşunda halkı, ümmeti esas alsa da, saltanat sürecinde egemen sınıfın, devletin uygarlık dini olarak hegemonya kuracaktır. Ortaçağ (İslamiyet’in 600’lerde doğuşundan kapitalist modernitenin 1800’lerde Ortadoğu’ya girişine kadar) Kürtlüğü ilkçağ mirasını sürdürür. Oluşan üst tabaka, mirler, beyler, reisler, şeyhler hâkim uygarlıkla (Arap, Acem ve Türk olması fark etmez) bütünleşirken karşılığında Kürt kaftanını terk ederler. Kürtlüğü devlet olarak yaşamak çıkarlarına uygun değildir. Çıkarları onları iyi bir Arap, Acem ve Türk olmaya zorlar. Kürtler için toplumsal sorun böylelikle katmerleşmiştir. Hem ezilen kimlik, hem de ihanet edilen kültürel kimlik olarak sorunları derinleşmiştir. Kürtlerin ortaçağdaki sorunları devlet olmakla çözümlenir miydi? Reel sosyalist dönemde böylesi bir düşünce oluşmuştu. Halkların, kimliklerin devlet olmasıyla sorunları sanki nihai çözümüne varacakmış gibi düşünce üretilirdi. Sosyalizm bile proleter devlet olmakla özdeş kılındığından bu düşünceye şaşmamak gerekir. Neden bir devletimiz olmadı diye hayıflanırdık. Hâlbuki demokratik uygarlık düşüncesi devlet olmanın en büyük dert kaynağı olduğunu kanıtlamaktadır. Arap’ın, Acem’in, Türk’ün devleti diye bir şey de yoktu. Bunlar ulus-devletin yarattığı yanılsamalardı; hem de son yüzyıl içinde! İslamiyet’in ortak bir devleti vardı. Bazen çıkarları gereği çatışsalar da, hâkim hukemaları birlik içindeydiler. İslam’ın bir de halkı, ümmeti vardı. Onların dünyası ayrışmıştı. Giderek büyüyen sorun dünyasıydı. Böylesine iki temel kutup vardı. Çözümler kadar sorunlar da ortaktı. Din ve tanrının adıyla ifade edilir ve çözülmeye çalışılırdı. Kürtlük, Araplık, Türklük, Farisilik bir kültür olarak var olsa da, sorunları ortak dinin, mezhebin, dinlerin referanslarıyla dile gelirdi. Ne Emeviler ve Abbasiler salt Arap’ın devleti oldular, ne de Selçuklular ve Osmanlılar salt Türk’ün devletiydiler. Acemlerin devlet geleneği de soy devleti değildi. Etnik, kavimsel üst tabaka devlet olmakla sınıfsal varlığını güçlendirirken, geriye kalan soydaşlarını toplumsal sorunların girdabına atardı. Kürtler, Ermeniler, Asurîler, Rumlar, Türkmenler, Bedeviler ve devlet olmayan Acemler böylesi sorunların girdabına atılmış kültürel gerçeklerdi. Kapitalist modernite ulus-devlet, kapitalizm ve endüstriyalizm unsurlarıyla Ortadoğu’ya girerken, kültürleri gittikçe baskılanan, ezilen ve sömürülen, ortaçağda çok yıpranmış, soyulmuş kültürel kimlikler ve halklar için adeta ölüm çanı çalar gibidir. Kendi üst tabakalarının hâkim ve hukemalarının ihanetine çoktan uğramış bu halklar, kapitalist modernitenin yeni av alanları gibiydi. 19.yüzyıl başlarından itibaren önce ulus-devletçilikler adına birbirleriyle boğazlaştırıldılar. Bununla birlikte kâr hırsı için hiçbir engel tanımayan kapitalizmin ve endüstriyalizmin işliklerinde hayvanlardan daha kötü çalıştırıldılar. Kâra, sermayeye dönüştürüldüler. Yabancılaşma üç katlı oldu: İlkçağ, ortaçağ ve yeniçağ yabancılaşması. Her kültüre dayatılan milliyetçilik gereği Kürtler de bu afetlerden payını aldılar, hem de en ağırından! Ulus-devletçilikleri zaferle sonuçlanmadı. Üst tabaka yine miraslarına yaraşır tarzda komşu ulus-devletçilikler içinde yerini alırken, karşılığında geleneksel halk kültürüne ihaneti reva görüyordu. Bunlar kraldan daha kralcı bir tavırla en iyi Arap, Acem ve Türk olduklarını idea ediyor, bunun için yarışıyorlardı. Kültürel değerler ve kimliklere ne kadar ihanet, o kadar çıkar, para ve maaş demekti. Kürtlük hala Pro-Kürtlerin binyıllardan beri yaşanan iki kutsal var oluş nedenine tarıma, hayvan sürülerine ve dağlarına sığınarak, yok olmaya karşı varlığını koruyacağını sanıyordu. A- Türk-Kürt İlişkilerindeki Tarihsel Diyalektik Bu genel anlatı içindeki Türk-Kürt ikilemindeki ilişki ve çelişkileri daha yakından ve somut olarak değerlendirmek sorunsallıklarını ve çözüm olasılıklarını aydınlatıcı kılacaktır. Zorun amansız girdabında ne sorunlar ne de çözüm yolları yeterince bilince kavuşur. Aydınlanmanın, bilincin kendisi eğer hakikate yakınsa çözümün yarısına varılmış demektir. Diğer yarısı açılan yolda uygun adımlarla yürümektir. Selçuklular boy ve bey olarak Kürdistan (Kürdistan tabirini büyük olasılıkla Kürtlerin kültürel sınırlarına varan Selçuklu Sultanları inşa etmiş, söylemleştirmiştir) sınırlarına vardıklarında İslam kardeşliği silahıyla Bizans’a karşı ortak savaş önerdiler. Kürtlerin kendileri de ezici çoğunluk olarak İslam’ı benimsedikleri ve Bizans karşısında sıkça gerileme durumunu yaşadıkları için, ortak savaş stratejisine destek oldular. Sultan Alparslan 1071 Mayısında o dönem Kürtlerin başkenti sayılan Meyafarqîn’de (bugünkü Silvan) Kürt beyleri ve aşiretleriyle ittifak arayışı içindeydi. Hem beylerden hem boylardan sağladığı ve yarı yarıya Kürtlerden oluştuğu tahmin edilen güç ilavesiyle dönüm noktası sayılan Ağustos 1071 zaferine erişecektir. Kürt boy ve bey kuvvetlerinin bu savaştaki rolü doğru çözümlenmeden Kürt ve Türk boy ve beyleri arasındaki ilişkiler yeterince çözümlenemez. Zafer stratejikti. Anadolu’nun kapısını Türk boy ve beylerine ardına kadar açıyordu. Kürt boy ve beyleri içinse, Bizans tehdidini ve sonuçlarını ortadan kaldırıyordu. İlişkilerin böylesi bir temele oturması çok önemlidir ve geleceğin belirlenmesinde esas rol oynayacaktır. Daha sonraları esas olarak Türk boy ve beyleri İç Anadolu, Batı Akdeniz ve Karadeniz’e doğru açılan Anadolu’da yoğunlaşırken, Kürt boy ve beyleri de yerleşim yerlerini ve güçlerini geliştirmekten geri kalmadılar. Türk boy ve beyleri hiçbir zaman Kürtlerin egemen, yerleşik oldukları mekânları ve bu mekânlardaki kültürel geleneklerini ele geçirmeye, sahiplenmeye yeltenmediler. Aralarındaki stratejik ittifak, dayanışma ve ortak yaşam kültürü bunu gerektirmekteydi. Bu arada Ermeni ve Süryani halkları da daha çok kentlerde varlıklarını dostça sürdürmeye devam ettiler. Onlarla Bizanslılar arasında mezhep sorunları vardı. Bizans’ın bölgeden uzaklaşması pek zararlarına olmadı. Bu dönemde Kürdistan’da Artukoğulları, Karakoyunlular ve Akkoyunlular adında bazı Türk beylikleri kurulsa da, bunlar kısa ömürlü olup, dayandıkları boylar da çoğunlukla doğal asimilasyonla Kürt kültürü içinde eriyorlardı. Bu gerçekliğin izleri bugün bile görülebilmektedir. Kürtler ise İslamik dönemde çok sayıda yerel beylikle birlikte aşiretler ve kabileler halindeki toplumsal yaşamlarını ağırlaşan sorunlarıyla sürdürüyorlardı. Kavimsel nitelikleri gelişmektedir. Fakat Türk boylarında olduğu gibi üst tabaka çeşitli uygarlıkların hizmetinde beyliklerini geliştirirken, alt kesimler Kurmanc (Kurdmanç) olarak ayrı bir kategoriye ayrışmaktadır. Kürtlerde bu dönemde Arap-Bedevi ve Türk-Türkmen ikilemine benzer bir ayrışma hız kazanır. Osmanlı saltanat dönemine (yaklaşık 1.500’lerin başına) kadar Türk ve Kürt bey ve boy ilişkilerinde aralarında zımni de olsa birbirlerinin hukukuna saygı, dıştan her iki ana kesime yönelik tehditlere karşı ortak bir strateji ve buna bağlı hareket etme ağır basmaktadır. Olumlu ilişki yanı olumsuz çelişki yanından daha baskındır. Aralarında sistematik bir çelişki ve çatışma dönemi gözlemlenmemektedir. Kürt-Türk ilişkilerinde ikinci önemli stratejik aşama Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu’ya açılmasıyla başlamıştır. 16.yüzyıl başlarında İran’da Şialık temelinde yükselen Safevi Hanedanlığıyla Kürt beylikleri arasında artan gerginlikler mezhep çelişkileriyle iyice artmış bulunmakta ve Anadolu üzerinde de gittikçe artan bir etkiye sahip olmaktaydı. Aynı çelişki Mısır odaklı Memlûk sultanlarıyla da yaşanmaktaydı. Memlûkların etkisi de Akdeniz ve Güneydoğu üzerinden artmaktaydı. Kürt beyliklerin konumu stratejik bir rol oynuyordu. Hangi tarafla ittifak etseler Ortadoğu’nun hegemonik gücü onlar olacaktı. Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’in adeta iki eşit güç arasında gerçekleştirdiği stratejik ittifak yaklaşımı tarihsel sonuçlarını vermekte gecikmedi. Yapılan ittifak, Kürt beyliklerine geniş özerklik ve hükümet olma yetkisi tanımaktaydı. İttifaktan öteye, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi bir Türk-Kürt İmparatorluğu’na yol açmaktaydı. Tarihe dikkatle bakan bir gözlemci, daha M.Ö.2000 başlarında Hitit-Hurri ve Mitannilerin ilk uygarlık denemelerinde Anadolu-Mezopotamya ortaklığının stratejik niteliğini görebilecektir. Biri diğersiz edemiyor. Ekonomik-politik ilişkiler hızla birbiriyle bütünleşmektedir. Osmanlıların muhteşem yüzyılında bu tarihsel olgu kendisini yeniden kanıtlamaktadır. Yeni statü, Sünni Kürt beyliklerinin imparatorluk içindeki ağırlıklarını arttırırken, Alevi ve Êzidi Kürtlerin durumuyla Kurmanc kesimin sorunları ağırlaşmakta, sınıfsal ve mezhepsel çelişkiler artmaktaydı. Yaklaşık üç yüz yıl süren bu ortaklık statüsü, 19.yüzyılın başlarında kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya sızmasıyla bozulmaya başladı. Irak ve Mısır üzerinden bölgedeki etkisini artıran Britanya İmparatorluğu, Süleymaniye merkezli bir milliyetçilik geliştirmeye çabaladı. İlk isyan Süleymaniye yöresinden Baban aşireti liderlerince gerçekleştirildi. Yaklaşık iki yüz yıldır farklılaşarak yaşanan bu süreç Güney Kürdistan’da bugünkü yarım ulus-devlet pratiğiyle sürmektedir. 19.yüzyıldaki Kürt isyanları sınıf nitelikleri nedeniyle pro-kapitalist milliyetçidir. İmparatorluk bünyesindeki tüm milliyetler ulus-devlet temelinde ayrışmalarına rağmen, Kürtlerin Türklerden ayrışmamasının belirtildiği üzere tarihsel nedenleri vardır. İmparatorluğun devlet çekirdeğinin iki milliyetli üst tabaka ortaklığından kaynaklanan bir devlet zihniyeti söz konusudur. Stratejik nedenler, devletin doğuşundan beri iki alan içinde yükselen her uygarlığın ortak hareket etmesini gerekli kılmaktadır. Aksi halde her iki alandaki toplumların varlığı ve çıkarları tehdit altında olacaktır. Ortaya çıkan her siyasal ve ekonomik oluşum, ortaklık halinde olmanın paha biçilmez değerini ifadelendirmektedir. Selçuklu ve Osmanlı Türk sultanlık deneyimleri, bu tarihsel diyalektiği bir kez daha doğrulamaktadır. Tepedeki bey ve sultan arasındaki ortaklık zamanla şeyh, ağa ve tüccar arasındaki ilişkiye dönüştü. Sultan II. Mahmut’la (1808-1839) bu ilişkiler daha da bozuldu. Modernitenin bozucu etkisi her iki taraf arasındaki çelişkileri arttırarak, yüzyılı boydan boya bir isyan yüzyılına dönüştürdü. İsyanların sonuçsuz kalması ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ulus-devletçi yönde yeniden inşa çabaları iki milliyet arasındaki ilişkilerin geleneksel niteliğini bozdu. Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve en milliyetçi kesimi olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (1889) Türk ulus-devletçiliğini önce örtülü, sonra açıkça savunmaya başlayınca kopukluk arttı. Bunun karşısında Kürt milliyetçiliği de kendini göstermeye koyuldu. Modern anlamıyla Kürt sorunu bu döneme rastlar. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin komitacılığa başlaması ve İslami milliyetçilik yerine açıkça Türkçülüğe yönelmesi sorunu daha da ağırlaştırdı. İki kesim oluştu: Soycu Türk milliyetçiliği ve İslami milliyetçilik. Kürtler İslami milliyetçilerle geleneksel beraberliklerini sürdürmeye çalıştılar. Nakşî şeyhlerinden Mevlana Halit ve Said-i Nursi ana akım olarak bu eğilimi temsil ediyorlardı. İmparatorluğun ve daha sonraki devlet oluşumunun ortak niteliğinde ısrarlıydılar. İslam, ümmet ideolojisi modernleştirilerek bu amaç için kullanılmaktaydı. Beylerden sonra (1878) nüfuzları ve toplumsal önderlik rolleri artan şeyh ve tarikat eğilimleri bu çizgiyi günümüze kadar sürdürmektedirler. İttihat ve Terakki Cemiyeti ise, özellikle Balkan Savaşlarındaki (1912-1913) yenilgisinden sonra, Anadolu ve Mezopotamya arasındaki tarihsel ortaklığa bakmadan, devlet içinde ırkçı bir milliyetçiliğe yöneldi. Bu milliyetçilikte Kürtlüğe yer yoktu. Ermeniler gibi ya var oldukları toprakları terk edecekler ya da bir biçimde yok edileceklerdi. Bu politikayı besleyen Fransız pozitivizmiydi. Sadece güçlü olanın yaşama hakkı vardı; Darwin’in “Güçlü olan yaşar” determinizmi, olduğu gibi bilimsel bir gerçeklikmişçesine topluma uygulanmak isteniyordu. Kapitalist modernitenin vahşeti burada bütün dehşetiyle kendini yansıtmaktadır. Sadece Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve Kürtlerin değil, Türkler ve Arapların da konumunu yaşanmaz hale getiren bu katı pozitivist ideoloji, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elinde imparatorluğun son bulmasıyla sonuçlandı. Fakat etkileri Cumhuriyet Türkiye’sinde de hâkimiyetini sürdürdü. Cumhuriyet devriminin Jakobenik niteliği ve dayandığı ittifaklarla Mustafa Kemal’in önderliği önceki bölümde değerlendirildiğinden tekrarı gerekmez. Diğer müttefikler gibi Kürtler de Cumhuriyet’in kurucu unsuruydular. Tarih boyunca olduğu gibi yine stratejik bir ortak olarak hem ümmetsel kurtuluşta hem de Cumhuriyet’in inşasında yer almışlardı. Britanya İmparatorluğu’ndan Musul-Kerkük karşılığında geriye kalan Misak-ı Milli sınırlarında ulus-devlet ayrıcalığı alınınca hem Kürtlerin dörde bölünmesi gerçekleştirildi, hem de içte kalan parçası üzerinde varlıklarını sona erdirmeye yönelik politikaya amansız bir hızla başlandı ve bu politika hep aynı hızla sürdürüldü. Bu arada şunu da belirtmeliyim ki, 1639’da İran Safevi Hanedanlığıyla yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşması iki milliyet arasındaki stratejik ittifaka aykırıydı. Kürtlerin tamamına yakını Osmanlı İmparatorluğu sınırları dâhilindeydi. Misak-ı Milli sınırları kesinlikle Kürtler ve Türklerin birlikteliği üzerine inşa edilmişti. İngilizler ve Fransızlarla yapılan antlaşmalar, Misak-ı Milli’ye kesinlikle aykırıdır. Kürtleri tarihlerinin en ağır varlık-yokluk sorunsalına kilitleyen bu antlaşmalar, Türklerle Kürtler arasında sözü çok edilen bin yıllık ortaklığa ve kardeşliğe kesinlikle aykırıdır. Fakat sorulmayan soru, bu aykırı antlaşmalardan kimin sorumlu olduğudur. Hem Kürtleri bazı hegemonik güçlerle girilen ilişkiler sonucunda verilen tavizler karşılığında varlıksal olarak dörde böleceksin, hem de “Kürtlerden bazıları bin yıllık kardeşliği bozuyor” diyeceksin! İronik olduğu kadar gerçekleri göz ardı eden bu yaklaşım, Kürt sorununu tüm Cumhuriyet tarihi boyunca kültürel soykırımın eşiğine kadar getirdi. Kürt sorunu gerçekten bin yıllık stratejik dostluk ruhunu tamamen bir tarafa iten, inkâr eden anlayış ve uygulamalar nedeniyle sadece ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bir sorun olmaktan çıkıp, bir halkın kültürel varlığı-yokluğu meselesine dönüştü. İsyanlar (1925-1940) bu varlık-yokluk sorunundan kaynaklandığı gibi, bu amaç için kullanıldı da. İttihatçı zihniyet açık ki Kürtleri de hem devletten hem toplumdan dışlamak istiyor, toplum olmaktan çıkarmayı dayatıyordu. Onun için bu politika, uzun yıllar boyunca sürdürülen “Kürtler var mı, yok mu?” sorununa dönüştü. Cumhuriyetin kurucu unsuru olmaktan çıkarılıp bu yokluk sürecine sokulmanın ne denli dehşet verici bir yönelim olduğunu azıcık bir empatiyle anlamak gerekir. Kürt sorunu bölünme sorunu değil, yokluk sürecinden çıkma ve tekrar tarihe yaraşır stratejik dost, ortak ve kardeş olma konumuna ulaşma sorunudur. Bu gerçeği kavramak ancak vicdanlı bir empati anlayışıyla mümkündür.
Posted on: Wed, 23 Oct 2013 22:29:03 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015