Osmanlı devleti petrol denizi üstünde yatıyordu, hatta - TopicsExpress



          

Osmanlı devleti petrol denizi üstünde yatıyordu, hatta 1859’dan itibaren sondaj da kullanılmaya başlanmıştı ama Osmanlı “yataklarına” ulaşamadan hatta idrak dahi edemeden “petrol denizi” üstünde parçalandı gitti (Bulut, 2011). Avrupa’nın, Osmanlı topraklarına ilk ilgisi 1834 yılında, Hindistan’a ulaşım gayesiyle ortaya çıkar. İngiliz hükümeti Yarbay Rawdon’u Fırat Nehri havzasına Hindistan yolları hakkında inceleme yapmak için gönderir. Rawdon, ulaşımdan çok, zengin yeraltı kaynaklarıyla ilgilenir ve raporunda bahseder. Bunun üzerine İngiliz hükümetinin girişimleri sonucu 29 Aralık 1834 tarihli ferman ile Dicle ve Fırat üzerinde gemi taşımacılığı yapma hakkı İngiliz şirketine verilir. 1871 yılında Almanlar, Osmanlı topraklarındaki petrol potansiyeliyle ilgili bir rapor hazırlar. Fakat genel kanaat Orta Doğu petrol yataklarının nakliye ve maliyet açısından ABD ve Bakü petrolleriyle rekabet edemeyeceğidir. Kerkük petrollerinin işletme hakkını alan Neftçi Ailesi, 1870 yılından itibaren çalışmalara başlarken, Rotschild Ailesi Bakü- Batum demiryolunu inşa ederek bölge petrollerini Avrupa pazarlarına ucuza sevk etmeye başlar. Osmanlı’da bunlar olurken İran uyanamaz ve yeraltı kaynaklarının işletme hakkını Baron de Reuter isimli şahsa verir (Bulut, 2011; Uluğbay, 2008). 1850’lerden itibaren Ruslarla savaş hazırlıklarına başlayan daha doğrusu başlatılan Osmanlı Devleti Orta Doğu-Afrika coğrafyasında zorlanmaya başlar. Bu zorlanma “tarihsel doğal etkilerle” değil, o bölgeleri yeniden şekillendirmek isteyen güçlerin ilk adımları ile ortaya çıkar. 1854-1876 arasında aynı güçlerden borçlandırılan Osmanlı Devleti, 1876 sonrası iktisadi ve mali bağımsızlığını dönemin IMF’sine kaptırır. 1876- 1915 arasında bugünün İsrail devletinin yerleştiği yer dahil, planlanan bütün topraklarını kaybeder. Hatta ele geçirme o kadar ileri gider ki 1915 sonrasında işgal bugün yaşadığımız topraklara kadar uzanır (Bulut, 2011).12 Yrd. Doç. Dr. Ramazan TAŞ 18. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın dünyadaki ve Orta Doğu’daki erdemli gücü zayıflamış, Avrupa’nın askeri gücü (sert güç) ve ekonomik gücü (yumuşak güç) ise artmıştır. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte bölge, Avrupa ile Asya arasındaki transit deniz ticaretinin kilit noktası haline gelmiştir. Orta Doğu’nun Osmanlı hakimiyetinden çıkartılıp önce adım adım sömürgeleştirilmesi, daha sonra bölge halkına hiç söz hakkı vermeden Batı’nın menfaatleri doğrultusunda bölge haritasının zorla değiştirilerek bölge halkı arasında yapay ihtilaflar çıkarılması, batının 17. yüzyılın başından beri izlediği şark (doğu) politikasının sonucudur. 1900’lü yılların başından itibaren petrolün yeni bir enerji kaynağı olarak önem kazanması, Orta Doğu’yu “petrol savaşlarının ortasına” itmiştir. Önceden siyasi ve coğrafi açıdan “Yakın Doğu” olarak adlandırılan bölge, uluslararası petrol literatürüne “Orta Doğu” olarak girmeye başlamıştır. Oysa Orta Doğu bölgesi içinde yer alan Fas, Cezayir ve Tunus, coğrafi konumu itibarıyla birçok Avrupa ülkesinden çok daha “Batı’da” yer almaktadır. Örneğin Fas, Londra’dan daha batıdadır. Bölgeye İngilizler tarafından takılan Orta Doğu adı bile bölgenin coğrafi gerçeklerine terstir. 20. yüzyılın başından itibaren petrol hem barışta hem de savaşta önemli rol oynayacak konuma ulaşmıştır. İngiltere, Almanya karşısında donanma üstünlüğünü koruyabilmek için savaş gemilerinde fuel-oil’i yakıt olarak kullanma kararını verdiğinde, bu maddeyi de ticari bir meta olmaktan öteye “stratejik hammadde” konumuna taşımıştır. Bu da beraberinde dönemin süper güçlerinin bu maddeyi üretimden tüketime denetleme gereksinimini ortaya çıkarmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında, ABD kendi petrol rezervlerinin yakında tükeneceği karabasanını görmeye başlamıştır. Bu durum, ABD’yi savaş sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun petrollü topraklarının paylaşımında aktif rol almaya itmiştir (Uluğbay, 2008). 1916’da İngiltere ve Fransa kumda bir çizgi çektiler ve Orta Doğu’yu bölüştüler. Bu, Sykes-Picot anlaşmasıydı. Anlaşma gizliydi ve Rusya anlaşmayı onaylamıştı. Fransa ve İngiltere Rusya’nın da bu bölüşümden alacağı payları belirlemişti. İstanbul ve Kuzey Anadolu’daki birçok kent Rusya’ya bırakılıyor, İngiltere ve Fransa Orta Doğu’da etki alanlarını paylaşıyorlardı. 1917 yılında Rusya’da devrim olunca Bolşevik idaresi bu rezilce anlaşmayı açıkladı. Sırlar ortaya döküldü. Orta Doğu, Avrupa için iştah kabartıcı bir bölge idi ve 1918’de Casus Lawrence, arapları başta Şerif Hüseyin olmak üzere ayaklandıracaktı. Nihayet 1919’da 7. Ordu Allenby komutasındaki kuvvetler tarafından dağıtılınca Osmanlı bu topraklardan parça parça geriye çekildi. 1919 Ekim başında Şam, sonunda Halep düştü. Mondros mütarekesi hemen izleyen dönemde imzalandı (Kahraman, 2011). Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte dört büyük imparatorluğun (Osmanlı, Rus, Alman ve Avusturya-Macaristan) dünya sahnesinden çekilmesiyle ortaya çıkan güç boşluğu, İngiltere, Fransa, ABD ve Japonya tarafından doldurulmaya çalışılmıştır. 1919 Paris Barış Konferansında Birinci Dünya Savaşı’nın galibi İngiltere hegemonyasında ve ABD desteğinde yeni bir dünya sömürge düzeni kurulmuştur.13 ORTA DOĞU RAPORU Kurulan yeni sömürge düzenine göre Osmanlı Devletinin Asya eyaletleri İngiliz fitnesiyle ana gövdeden koparılıp paramparça edilerek cetvel ve pergelle bugünkü Orta Doğu ülkeleri oluşturulmuştur. İngiltere Başbakanı David Lloyd George, Orta Doğu siyasetinin amacını şöyle açıklamıştır: “Anadolu’da Helenik dünyanın dirilmesi, Filistin’de yeni bir Yahudi uygarlığının oluşması, Süveyş’in güvene alınması, Hindistan yolunun her türlü tehditten arındırılması, Verimli Hilal topraklarında, Dicle-Fırat vadilerinde sadık ve söz dinleyen Arap devletlerinin olması, İngiltere’nin İran’dan aldığı petrolün korunması ve bir takım yeni kaynakların doğrudan İngiltere kontrolü altına alınması” (Macmillan, 2002, s. 375). Görüldüğü üzere Batının doğu politikası çerçevesinde dizayn edilen Orta Doğu haritası, bölge halkının iradesiyle değil, dönemin emperyalist güçlerinin iradesiyle çizilmiş yapay bir haritadır. 5 Haziran 1926 tarihinde Türkiye ile Irak arasında yapılan bir antlaşma ile Türkiye’nin Irak petrollerinden yüzde 10 royalti alması karara bağlanmıştır. Bu alacağın hangi tarihten itibaren ödenmeye başlayacağı konusunda 1932 yılının Ocak ayında Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, İktisat Vekili Mustafa Şeref Bey ile Irak Başbakanı Nuri Sait Paşa arasında üç nota teatisi yapılmıştır. Bu belgeler ve diğer belge ve bilgiler ışığında Irak petrollerinden Türkiye Cumhuriyeti’nin alması gereken royalti tutarı en az 29,5 milyon sterlindir. 1955 yılına kadar ödenen miktarlar toplamı ise sadece 3,5 milyon sterlinde kalmıştır. Bu durumda, Türkiye’nin 1955 yılı itibarıyla Irak petrollerinden alması gereken en az 26 milyon sterlin bakiye alacağı kalmıştır. Söz konusu alacağın oluştuğu tarihteki fiyatlara göre karşılığı en az 30,2 milyon varil petroldür (Uluğbay, 2008). İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne dünyanın genel olarak enerjiye yönelik talebi büyük bir hızla artmıştır. Bu çerçevede 1950 yılında dünyanın günlük petrol tüketimi yaklaşık 10 milyon varil düzeyinde iken 2010 sonu itibarıyla 8 kattan fazla artarak günümüzde 85,4 milyon varile ulaşmıştır (TPAO, 2010). Bütün bu gelişmeler, dünya petrol ve doğal gaz kaynaklarına yönelik denetim rekabetini hızlandırmış ve şiddetlendirmiştir. Dünya, son yıllarda özellikle ülkemizin bulunduğu coğrafyada, “Son Petrol Paylaşımı”nı yaşamaktadır. Yaşanan bu son paylaşımın perde arkasında yer alan olaylardan bir kısmı gün ışığına çıkmaya başlamıştır. İlerleyen yıllarda olasıdır ki çok daha fazla bilgi ortaya çıkacaktır (Uluğbay, 2008). Richard N. Haass, Newsweek’de yayımlanan “Petrol Krizi Şimdi” başlıklı yazısında, “Bugünün savaş oyunları, sınırı aşan askeri personel zırhlı taşıyıcıları ve tanklarla ilgili olmaktan çok, sunumu azalan ve fiyatı yükselen petrol ile ilgilidir.” tespitini yapmaktadır (Haass, 2006).
Posted on: Thu, 20 Jun 2013 17:33:27 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015