SAPTIRILAN GERÇEKLER VE PONTUS YALANI Komşumuz Yunanistan’ın - TopicsExpress



          

SAPTIRILAN GERÇEKLER VE PONTUS YALANI Komşumuz Yunanistan’ın Yurdumuz üzerinde oynadığı oyunlardan biri de Pontus’tur. Son olarak; National Geographic Dergisinin Eylül 2002 sayısında yer alan Kafkasya’dan Doğu Karadeniz’e uzanan bölgenin doğal güzelliklerinin anlatılmış olduğu “Tanrılar Diyarı” başlıklı yazıda ; Bölge halkının saflığından ve dürüstlüğünden de yararlanılarak sanki bölgede eskiden beri ayrı etnik bir yapı varmış gibi, bu yapının kültürel kalıntıları ortaya konmaya çalışılmış, satır aralarının dışına da çıkılarak edepsizce bölge halkının bir kısmının sonradan Müslümanlığı kabul etmiş Rum Ortodokslar olduğu ileri sürülerek kanıtlanmaya çalışılmıştır. Konuşulan insanlar ve fotoğrafları dergide yer alanlarla daha sonra görüştüğümüzde; yazı dizisini hazırlayanların başlangıçta niyetlerini gizlediklerini ve tamamen doğaya dönük bir yazı dizisi hazırlama gayreti içerisinde kendilerine de yer vermek istediklerini söyleyerek; Kandırıldıklarını , böylece tamamen uydurma ve yakıştırma bir iddia içerisinde kullanmış olduklarını anladıklarını belirtmişlerdir. Zaman zaman ve hiç gerekli olmadığı halde, görsel ve yazılı basında yer alan konulardan biri “Pontus” meselesi olmuştur. Bu konu o kadar değişik ve gerçeğinden farklı kamuoyuna yansıtılmaktadır ki, konuyu yakından izleyenler bile kafa karışıklığından kurtulamamış, kavram kargaşası içine düşmüşlerdir. Bu nedenle bu yazımızda özellikle Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan insanların Pontus yalanına malzeme olmalarını önlemeye çalışmak ve gerçekleri bilmelerine katkı sağlamak için bazı temel kavramlar ile tarihi gerçekleri okurlarımızla paylaşmak istiyoruz. AD OLARAK “PONTUS” “Pontus” veya “Pontos” kelimesinin, etnik bir isim değil, coğrafi bir kavramdır. Bu kelime Grekçe’de deniz anlamında olup; eski çağlarda Karadeniz’in Güneydoğu kısımlarına, bu arada Karadeniz’e de verilmiş coğrafi bir addır. Kelime en eski dönemlerde daha çok “Pont Euksinos” şeklinde kullanılmıştır(1). “Euksinos” sözü ise; “karanlık, uğursuz” demek olan İrani “ahşaena” kelimesinden gelmektedir(2). Pontus Karadeniz’in ilk adı değildir. Karadeniz’in ilk adı eski İran ya da İskit dilinde olması muhtemel “Koyu Karanlık” anlamına gelen “ahşaena”dır(3). Bölgeye ticaret için gelen ve burayı sömürmek isteyen Yunanlıların verdiği isim ise “Pontus Eukseines”tur ve “Mutluluk Denizi” anlamına gelmektedir.(4). COĞRAFİ BÖLGE OLARAK “PONTUS” Pontus olarak adlandırılan bölgenin en geniş anlamıyla; Doğuda Kafkasya’dan bütün Karadeniz kıyıları boyunca, Sinop ötesine kadar olan bölgeyi kapsadığı, bu bölgede M.Ö. 301’de Pers menşeli Mithridates Sülalesi tarafından kurulan Pontus Krallığı’nın M.Ö. 63’de Roma orduları tarafından ortadan kaldırıldığı, daha sonra Doğu Roma’nın zayıflaması ile Trabzon Devleti’nin (1207-1461) kurulduğu, kurulan bu devletle Pontus Krallığı arasında herhangi bir ilişkinin olmadığı; Kıpçak Türkleri’nin 1080 yılından itibaren Kafkasların Güneyi’ne geçişleriyle bölgenin Türkleşmeye başladığı ve nihayet 1461 yılında bölgenin Osmanlılar tarafından fethi ile Bizans’ın son kalıntılarının da ortadan kalktığı, bölgede kurulan ilk Pontus Krallığı ile 1207’de kurulan Trabzon Devleti’ni birbirine karıştıran Yunanlıların ortaya bir Rum Pontus Devleti çıkardığı ve buna dayanarak 20. yüzyılın başlarında bu devleti tekrar diriltme iddiasıyla Doğu Karadeniz kıyılarında Rum Pontus Devleti kurma hayaline kapıldıkları, bu “fikrin” ilk olarak Filik-i Eterya’nın kuruluşu ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla ortaya çıktığı ve bölgenin Pontus adıyla Megali İdea’nın hedeflerinin biri olarak ortaya konduğu, anlaşılmaktadır(5). “RUM “VE “ BİZANS” KAVRAMLARI “Rum” etimolojik ve tarihsel kullanılışıyla Roma’dan kaynaklanmıştır. Bu sözcükle “Roma İmparatorluğu”, “Roma İmparatorluğu’nda yaşayan kimse”, “Arap ilinden başka ilden olan kimse”, “Anadolulu”, “Osmanlı” gibi anlamların karşılığıdır. Örneğin; “Rum Selçukluları (Anadolu Selçukluları)” ve “Rumeli (Osmanlı Devleti’nin Avrupa’daki toprakları)” gibi… Rumluk ırki birlikten yoksundur. Çeşitli kavimler dinleri bakımından “Rum” adıyla anılmışlardır. Mezhep bakımından Sırplar, Bulgarlar ve Ulahlar Ortodoks olduklarından Rum Cemaati (Rum Milleti) kabul edilmişlerdir. Onların yaşadığı Balkan toprakları da Türkler tarafından “Rumeli” olarak adlandırılmıştır. Yunanlılık ve Rumluk aynı şey değildir. Yunanlılık; Kuzey Yunanistan ve Mora çevresiyle sınırlı, bu karşılık daha geniş bir anlamı olan Rumluk; bir toplum ve ülkeler anlayışını ifade eder. Batı Anadolu, Adalar-Kıbrıs dahil ve Rumeli Yarımadası gibi daha geniş bir alan Rumluk ile ilgilidir(6). Tarihçi İsmail Hami Danişmend’in değerlendirmesine göre; Yunanlılık fikri Rumluk fikri ile başlamıştır. Her ikisi de ırki birlikten tamamıyla yoksundur. Bütün Rum-Yunan toplumu bir mezhep ve dil birliğinden ibarettir. Yunanlılar, Ortodoksluk mezhebine mensup, Yunanlı olmayanlara da sahip çıkarak güçlerini aşan bir davayı sürdürmeye çalışmaktadırlar. Bizans Yunanlı olmaktan uzak, özellikle Anadolu Kavimlerinin Hıristiyanlık potasında yoğrulmasıyla meydana gelen bir devlettir ki, Anadolu Uygarlığını ifade eder. Bizans’a Yunanlıların sahip çıkmaya çalışması tarih gerçekleriyle bağdaşmaz(7). BÖLGEDE KONUŞULAN DİL Bölgede konuşulan dilden sadece Rumca kastedilmektedir. Azeri lehçesiyle çok büyük benzerlik gösteren Karadeniz lehçesi bunun dışında tutulmaktadır. Hıristiyan olan Türkler her zaman öğrendikleri dinin dilini benimsemişlerdir. Ortodoks olan Bulgarların Slavca konuşması gibi. Anadolu’da dini terimler Farsça’dır. Abdest (ab-ı dest) gibi…. Anadolu Türklerinin Farsça’yı benimsememesi ise bölgeye olan sürekli Türk akınlarından olmuştur. Karadeniz Bölgesinde Rumca konuşan ve hatta Pontus isyanında rol alan Rumların soyadları ilginç bir örnektir; Pehlivanoğulları, Öksüzoğulları, Hırçınoğulları, Şahinoğlu, Arslanoğlu, Kırbaşoğulları, Dumanoğulları, Karayamalı vb. ayrıca Türk adları taşıyorlardı: Şahin, Melik, Çakır, Duman vb. gibi… Dikkati çeken bir diğer hususta Rumların oturduğu köy adlarının Türkçe oluşu idi: Sarıtarla, Çerdiğen, Endikpınar, Gölönü, Karkharam, İncesu, Kızöldüren, Kozlucan vb.(8).bK Bafra rumları BÖLGENİN TÜRKLEŞMESİ Malazgirt Savaşına kadar Doğu Karadeniz Bölgesinin Türkleşmesini Anadolu’nun Türkleşmesinden farklı olarak ele almak mümkün değildir. Özellikle Kafkaslardan ve Doğu’dan Anadolu’ya gelen Türk, boy ve toplulukları Doğu Karadeniz Bölgesinin Türkleşmesinde önemli roller oynamışlardır. Anadolu 11. yüzyılda tam bir Türk yurdu oluncaya kadar Mezopotamya’da Suriye’de ve Kafkasya’da çeşitli devletler kurulmuştur. Bu devletlerin tamamı Türk hakimiyeti öncesinde kaybolmuş ve tarih sahnesinden silinmişlerdir. Türkler Anadolu’ya yoğun olarak geldiklerinde buldukları ırk yapısı, M.Ö. 3. yüzyıldan M.S. 1. yüzyıla kadar devam eden çağda şekillenmiş görülmektedir. Bu bakımdan, Anadolu Türkünün yapısında hala bu kavimlerin kalıntılarını hayal etmek veya aramak bilimsel gerçeklere tamamen terstir. Aynı şekilde Anadolu’daki herhangi bir topluluğun Türk olmadığını ispat etmek için kökenlerini bu devletlere dayama çabası da ciddiyetten ve bilimsellikten uzak fanatik yaklaşımlardır(9). Mespero ve Demorgan gibi Avrupa’nın ünlü tarihçileri, Anadolu’daki Türk varlığını M.Ö. 4000 yıllarına kadar götürmekle(10) birlikte, Prof. Dr. Osman Nedim Tuna; Sümerlerle ve Sümerce ile ilgili yaptığı araştırmaların sonucuna dayanarak “Bu dil münasebeti Türklerin en az M.Ö. 3500’lerde Anadolu’nun Doğu bölgesinde yerleşmiş olduklarını gösteriyor(11)” demektedir. Buna göre Türkler Selçuklulardan çok önceleri Anadolu’ya gelmişlerdir. Anadolu’daki siyasi faaliyetlerini tarihi belge ve kaynaklarına göre takip edebildiğimiz en eski Türk kitleleri veya toplulukları “Kimmerler” ile “İskitler(Sakalar)”dır. Her iki Türk topluluğu da Karadeniz’in kuzeyinde, Hazar’dan Tuna Nehri’ne kadar geniş bir alanda yaşadıkları ve özellikle Kafkaslardan Anadolu’ya girerek Anadolu’nun doğusunda yerleştikleri için Doğu Karadeniz’deki Türk varlığını yakından ilgilendirmektedirler. İskitler’in yurtlarından sürdüğü göçebe Kimmerlerin sınırları Diyarbakır’dan Konya’ya kadar uzanıyordu. Kimmerler; Asur, Frigya, Lidya ve Tobal Devletleriyle komşu olmuşlardır(12). İskit (Saka) Türkleri, bölgede önemli izler bırakmışlardır. Bizans Kralı Justinyen zamanında bölgede yaşayan Can’ların itaat altına alınmasına ve doğudaki Laz saldırılarının önlenmesine çalışmışlardır. Lazlar ve Canlar (Canyarlar) bölgenin tarihinde önemli roller oynamışlardır. Bu kavimler, İskit (Saka) kökenli Hıristiyan Türk olarak kabul edilmektedir (13). Anadolu’ya doğru iki önemli Türk göçü 558 ve 575 tarihlerine rastlamaktadır. Güney Kafkasya’da Hazar İmparatorluğu’nun temelini oluşturan Sabir (Sabar) Türk toplulukları yoğun bir şekilde Anadolu’ya gelmişlerdir(14). Anadolu’ya yoğun olarak gelen ve yerleşen Türk boyları arasında bulunan Bulgar Türkleri ile Kafkasya’dan gelerek yerleşen Kuman-Kıpçak Türkleri; Doğu Karadeniz bölgesinin Türkleşmesinde çok önemli bir yere sahiptirler. Bizans Devleti 6. yüzyılın başlarından itibaren Türkleri bir yandan Hıristiyanlaştırmaya bir yandan da askerlik görevlerinde kullanarak Anadolu’da iskan etmeye başlamıştır. Bu yerleştirme ve askere alma işi Ermenilere, İranlılara ve Araplara karşı yapılmıştır. Bulgar Türkleri 755 ve 947 yıllarında Adana, Niğde, Aksaray, Bursa, Antalya ve Milas taraflarına yerleştirilmiş ise de en yoğun ve büyük yerleştirme Trabzon ve çevresiyle Karaman Tarsus arasındaki bölgede olmuştur. Bu tarihsel gerçeğin günümüze kadar gelen kanıtlarından biri Toroslar’daki asıl adı Bulgar olan Balkan Dağı ile Trabzon’da adı bugün unutulan “Çengel Irmağı” ve yine Of ile Bayburt arasındaki sarp dağlık bölgeye “Çengelistan” denmiş olmasıdır(15). Sonuç olarak denebilir ki; bütünüyle Karadeniz bölgesinin ve özellikle de Doğu Karadeniz bölgesinin Türkleşmesinde en önemli rolü oynayan Türk toplulukları Oğuz boylarıyla birlikte Kuman-Kıpçak’lardır. Bölgede yaşayanların fizik ve ağız özellikleri tamamen Kıpçak Türklerinin izlerini; sosyal hayatı oluşturan gelenekler de Oğuz Türklerinin derin izlerini taşımaktadır. Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan “Borçka” ilçesinin adı da bir Kuman oymağının adıdır. Kuman-Kıpçak’lar Bizans tarafından Balkanlar’dan getirerek Anadolu’ya yerleşmişlerdir. Cengiz Han dönemi Moğollarının Kafkasya’yı istilaları ve Mısır Memlukları’nın Anadolu’ya yönelik hareketleri sonucunda Kıpçak’lar yoğun olarak Anadolu’ya gelmişlerdir(16). Bölgenin Türkleşmesinde dönem noktası Malazgirt Savaşı’dır. Malazgirt Savaşı ile gelişen siyasi, askeri ve sosyal olaylar sonucunda Anadolu hem yoğun bir Türk göçüne sahne olmuş; hem de yapılan fetihlerle kısa sürede Türk vatanı haline gelmiştir. 11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih sahnesine çıkan Selçukluları tarihin akışını değiştirmişler, bugünkü Anadolu Türk toplumunun şekillenmesini sağlamışlardır. Selçuklu dönemi (1040-1308) Oğuzlar, Kanglılar, Uygurlar ve Tatarlar gibi Türk topluluklarının kendilerinden önce Anadolu’ya yerleşmiş olan Türk unsurlarını da bünyesine alan kitlelerle Anadolu’da yurt tutmalarının tarihidir(17). Karadeniz Bölgesi’nin genel olarak, Kuzey Doğu Karadeniz Bölgesi’nin özel olarak Türkleşmesi Anadolu’nun top yekun Türkleşmesi sürecinde değerlendirilmelidir. Karadeniz Bölgesi’ndeki Türk siyasi hakimiyeti, Anadolu’nun kaderinde Selçuklu ailesi kadar önemli rol oynayan Danişmendoğulları Atabeyliği (1071-1178) zamanında başlamıştır. Merkezi Niksar olan Danişmendoğulları Atabeyliği, Bayburt, Kayseri, Sivas, Maraş, Elbistan, Ankara, Çankırı, Çorum, Amasya, Tokat, bir ara Ünye ve Bafra taraflarını kapsıyordu(18). Danişmendoğulları’ndan sonra bölgenin bir bölümünde Saltuklular (1071-1202) hakim olmuşlardır. Bu dönemde Türkmenler özellikle Bayburt’tan Trabzon Dağları’na (Parhar Dağları) kadar geniş bir alana yayılmışlardır(19). Bu dönemdeki ilk önemli gelişme Sinop’un fethidir. Sinop, Malazgirt’ten hemen sonra 1085 yılında Karatekin tarafından fethedilmiş olmasına rağmen Anadolu’da Haçlı Seferleri’nin sebep olduğu sarsıntı dolayısıyla elden çıkmıştır. İkinci önemli gelişme ise; Bizans’ın Komnenos Hanedanından Prens Alexius’un Trabzon’a gelerek kıyı şeridinde bazı toplumlar üzerinde hakimiyet tesis etmesi ve “Pontus Krallığı” olarak adlandırıldığı bir devlet kurmaya çalışmasıdır. Gerçekte bu bir hanedan mücadelesidir. Latinlerin işgallerinin kaldırılmasından sonra İstanbul’da ayrı bir iktidarın varlığı, bölgede bağımsız bir devletin varlığı anlamına gelmez. Sadece eski koloni rejiminin yeni bir ad altında devamıdır. Yaklaşık bir asırdan fazla söz konusu hanedanın işgali altında kalan Sinop, Sultan İzzettin Kelkavus (1211-1220) tarafından tekrar kurtarılmıştır. Trabzon Rum İmparatoru Alexius’un zulümleri sonunda Sultan Keykavus 1214 yılında Sinop’u fethederek şehri imar etmiş, Türk tüccar ve esnafı teşvik ederek ticaretin gelişmesi için önlemler almıştır. Trabzon’a hükmeden Kommenos İmparatorları da bu tarihten Moğol istilasına kadar Türkiye Selçuklularına bağlı kalmışlardır(20). Anadolu Selçuklu devletinin yıkılmasından sonra Pervaneoğulları, Çobanoğulları ve Candaroğulları Türk beylikleri Karadeniz bölgesinde önemli roller oynamışlardır. Özellikle Kuzeybatı Anadolu (Karadeniz) bölgesinin Türkleşmesinde bu Türkmen beylikleri derin izler bırakmışlardır(21). Bölgenin Osmanlı hakimiyetine geçmesinden önce, Türk varlığı bakımından üzerinde durulması gereken bir diğer Türk siyasi oluşumu da Akkoyunlular’dır. Akkoyunlu Türk Devleti zamanında (1350-1502) özellikler Rize’nin güney kesimlerine (Hemşin) birçok Türkmen boyu yerleşmiştir. Aşağı Çamlıca (Viçe) ve Ülköy’de bulunan “Koyunkoç” heykelleri, mezar taşları bunun en açık kanıtlarıdır(22). Karadeniz’in siyasi bakımdan tamamen Türklerin eline geçişi ve bir Türk gölü haline gelişi Fatih Sultan Mehmet zamanında gerçekleşmiştir. İstanbul’u fethederek boğazlara hakim olan Fatih, Karadeniz sahilleriyle ilgilenmeye başlamış, Kırım Han’ı Hacı Giray’la anlaşarak, Kefe’deki kolonileri aracılığıyla Karadeniz ticaretini ellerinde bulunduran Cenevizliler’i sıkıştırmaya başlamış ve bölgede Türk hakimiyetini kurmuştur. Fatih Sultan Mehmet’in esas hedefi Trabzon’du. Bu sebeple 100 parça kadırgadan ibaret olan bir filo göndererek, İsfendiyaroğlu İsmail Bey’in elinde bulunan Sinop’u ele geçirmiştir. Amasya 1460’da fethedildikten sonra, Mahmud Paşa Rumeli askeriyle birlikte Trabzon üzerine yürümüştür. Fatih Sultan Mehmet de Erzincan’dan kuzeye doğru ilerleyerek Gümüşhane-Maçka yoluyla Trabzon önüne gelmiştir. Böylece her taraftan kuşatılan Trabzon, 15 Ağustos 1461’de barış yoluyla fethedilmiştir. Trabzon kalesinin önüne gelen Mahmut Paşa önce şehirlileri, sonra da İmparator David Komnenos ailesini teslim olma konusunda ikna etmiştir. Trabzon Komnenos İmparatoru David önce İstanbul’a, sonra da Edirne’ye gönderilmiştir. Bundan sonraki süreçte, Samsun, Bafra, Niksar bölgesinden getirilen Türk boyları Trabzon’a yerleştirilmiştir(23). Sonraki yıllarda Trabzon başta olmak üzere, Karadeniz sahil şeridine çok miktarda Müslüman Türk ahali gelerek yerleşmiştir. 1466 Karaman’ın fethinden sonra Karaman’dan, Maraş ve Elbistan’dan gelen Türk ahali de bölgeye yerleştiriliştir(24). 1487 tarihli bir tahrir defterine göre Trabzon’dan Hıristiyan sipahiler ve onlara bağlı olanların şehri terk etmelerinden sonra yerlerine Tokat, Samsun, Bafra, Çorum, Amasya gibi bölgelerden gelen Türk boyları yerleşmiştir(25). Günümüzde Pontus sorunundan söz edilmesi, uzun bir geçmişi olan Türk-Yunan anlaşmazlığına, birbiriyle bağdaştırılması olanaksız iki görüş daha eklemekten başka bir işe yaramamaktadır. Türklere göre sorun, Yunanlıların emperyalist megalo manyaklıklarının yol açtığı ve dolayısıyla hak ettiği akıbete varan bir yanılgıdan ibarettir. Yunanlılara göre ise Yunan soyunun Türklerin barbarlığı sonucu katlanmak zorunda kaldığı büyük acılardan bir tanesidir.Paris Üniversitesi Öğretim Üyelerinden Stefanos Yerasimos’un soruna bakışı böyle… Bu güne dek yeterince ve gerçekçi bir şekilde incelenmeyen konulardan biri olarak kalan Pontus Meselesi komşumuz Yunanlılar tarafından en kolay istismar edilen konulardan biri olduğunu söylemekte bir yanlışlık yoktur. Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlarında patlak veren ulus çatışmaları çerçevesinde canlandırılarak öne çıkartılmaya çalışılan ve dönemin büyük devletleri tarafından Orta Doğu politikalarına yön ve şekil vermek üzere ele alınan bu sorunu, Ermeni Sorunu ile olan benzerlikleri bakımından da dikkatlice ele almak gerekir. Cizye kayıtlarına göre Pontus Bölgesi 16. Yüzyıldan beri Ortodoks Hıristiyanların en yoğun olarak yaşadığı bir bölgeydi. Bunların 4. Yüzyıldan itibaren Hıristiyanlaştırılan Gürcülerin soyundan geldikleri ve Yunanlı olmadıkları tarihçilerin üzerinde anlaşmış oldukları bir başka gerçektir. Bununla birlikte Trabzon İmparatorluğu Döneminde (1207-1461) Yunan kolonileriyle birlikte kıyı şeridine yerleşen Helenleşmiş Bizans ailelerinin soyundan gelenleri de bu bölgede yaşayanlara eklemek gerekir. Bölgede yaşayanların Türk Fethinden sonra İslamiyeti kabul ettikleri ve 19. yüzyılda uyanan Yunan milliyetçiliğinin etkisi altında küçük bir kısmının yeniden Hıristiyanlığı benimsediği bilinmektedir. Bu Hıristiyan nüfusun küçük bir kısmı 19. yüzyılın başında kilise ile yeni burjuvazinin birlikte yürüttüğü propagandaların etkisi altına girmiş, Türkçe ya da Rumca konuşan bütün Ortodoks Hıristiyanlar gibi , Yunan Ulusuna ait olma duygusunu benimsemeye başlamışlardır. Cuinet’in verdiği rakamlara göre, 1890’lara doğru Rum diye adlandırılan nüfusun toplam nüfusun yaklaşık beşte birini (800 bin Müslüman ve 50 bir Ermeni’ye karşılık 200 bin Rum) oluşturduğunu söyleyebiliriz. Aydınların Ulusal Helen ideallerini benimsemeleri 19. Yüzyılın ikinci yarısına dek uzanır. 1870 ‘de İstanbul’da yayınlanan Pontus’la ilgili bir kitapta bu inancın hayli kökleşmiş olduğu görülür. 1908 Jön Türk devriminden sonra siyasi bir eylemin mümkün olduğu fikri doğmuş, 1912 Balkan Savaşıyla gelişmiş ve 1914’te 1. dünya Savaşının başlamasıyla gündeme girmiştir. O dönemde ekonomik kaynak ve aydın çekirdek kadro bulunmasına rağmen liderliğini dayatan kilise olmuştur. O zamandan bu yana “Pontus Olayının” başını çekenler arasında daima kilise ön saflarda rol oynamıştır. Sırası gelmişken belirtmek gerekir ki, Ortodoks Kilisesi içerisinde karşıt iki eğilim yarışma halindeydi. Bunlardan “Neo (yeni) Emperyalist” diyebileceğimiz birincisi, yeni Yunan DevletininOsmanlı İmparatorluğu ile yeni kurulan BalkanDevletlerinin toplarında dağılmış olarakyaşayan bütün Rumları içine alacağı noktaya kadar yayılmasından yanadır. Bu görüş, hem Venizolos’un politikaları ile hem de Britanya İmparatorluğu’nun liberal politikaları ile uyum içerisindedir. “Paleo (eski) Emperyalist” diye görülebilecek ikinci eğilim ise, kilise hiyerarşisinin çevresinde ve Ortodoks Patriğinin denetimi altında Bizans İmparatorluğunun yeniden kurulmasını hedeflemektedir. Patrik 3. Yuvakim’in güçlü kişiliği ve kilit noktalara yerleştirdiği adamları sayesinde ağır basan eğilim bu ikincisi olmuştur. Bunda Osmanlı’nın her vilayetindeki metropolit makamı Patrikliğin denetiminden çıkarılarak Yunanistan’daki bağımsız kiliseye bağlanması son derece etkili olmuştur. Samsun makamından sorumlu Amasya metropoliti Ghermanos Karavangelis neo emperyalist görüşten yana olup, son derece etkili çalışmalarda bulunmuştur. Bunların başında Kesriye Metropoli olduğu sıralarda Makedon topraklarında Rumlarla Bulgarların birbirine karşı verdikleri gizli savaşı kışkırtması gelir. Germanos,1908 devriminin ardından Samsun kırlarından göç etmiş Rumlardan oluşan Kadıköy’de, üstelik de hiçbir yerel huzursuzluk yokken ilk milis teşkilatını kurar. Aslında Pontus meselesi olarak bilinen olay dizisinin kökeninde Balkan Savaşının yer aldığını söylemekte bir yanlışlık da yoktur. Zira Germanos kurmuş olduğu bu milis örgütten 20 kadarını Yunan ordusu yanında çarpışmak üzere cepheye de göndermiştir. Hükümetin bölgede Balkan göçmenlerinin bir bölümünü yerleştirmeye çalışmasına Rum köylülerin karşı koymaları ilk başkaldırı eylemlerini başlatır. Çarşamba yolu üzerindeki Kirazlık Köyünde bir gurup göçmenin yerleştirilmek istenmesi girişimi, jandarmalarla silahlı çetelerin ilk kez karşı karşıya gelmelerine yol açar. Böylece Birinci Dünya Savaşına, yalnızca Samsun yöresiyle sınırlı görünmekle birlikte bir ön ayaklanma havasında girilir. Aynı dönemde metropolit de kaçaklara mali yardım sağlamak üzere devreye girerek Samsunlu eşrafı seferber eder. Hükümetin işe karışması ile bunlardan bazıları yer altına çekilerek çetelere katılırlar ve bu da çetelerin siyasi bakımdan yapılanmalarını doğurur. Hükümet 1915 Sonbaharında olaylara en fazla karışan ve göçmenlerin yerleştirilmesine karşı koyan köylere karşı ilk cezalandırma harekatına girişir. Bundan sonra işe yarar erkekler en tanınmışı Vasil Usta olan şeflerin etrafında örgütlenmeye başlayan çetelere katılırlar. Doğrulanması zor bazı bilgilere göre, asker kaçağı olan Vasil Usta 1915’te Sivas Askeri Hapishanesine saldırmış ve bir Rus generalini kurtarmıştır. İster gerçek ister efsane olsun bu eylem, Pontus Olaylarının ilk aşamasına damgasını vuran bir siyasetin niteliğini ele veren bir eylemdir. Londra’da Sir Mark Sykes ve François Georges Picot, Osmanlı İmparatorluğunun bölüşülmesi ile ilgili taslağın son rutüşlarını yaparken, Tirebolu yakınlarındaki Harşit Nehrine kadar ilerleyen Çarlık Ordusu Karadeniz’ deki Türk-Rus sınırını güvenceye alabilmek için, Pontus gerilla hareketinin en önemli şahsiyetlerinden Vasil Usta ile ilişkiye geçer ve kendisine Rus hattının gerisinde çeteler kurma görevi verilir. Bu dönemde Ruslar tarafından kullanılan Vasil Usta jandarmaya da saldırma cüretinde bulunur. Sonunda Ordu yakınlarında askerler onları yakalar ve yapılan bir meydan muharebesinin ardından 9 adamı ile Trabzon’a sığınırlar; savaşın sonuna kadar da orda kalırlar. Rum çetecilerin bu hareketlerine karşı resmi yetkililerce sürgün tedbirine uygulanmıştır. Rum nüfus ilk aşamada Giresun’a sürülmüş, ardından da Şebin Karahisar’a yönlendirilmiştir. Aynı gün genel sürgün uygulaması, Karavangelis’in ilk çeteleri örgütlediği Kadıköy’den başlatılır. Giresun çevresindeki Rum köylerinin nakli de aynı gün başlatılır. Onu Bafra çevresi, Çarşamba ve Ünye izleyecektir. Buralarda yaşayan 30.000 kadar insan Ankara vilayetine doğru yola çıkarılır. Ordulu Rumlar 1917 Ağustosunda, Sinoplu Rumlar 6 Temmuzda nakledilirler. Son olarak da Metropolitis Germanos ile ilgili İstanbul’daki evinde göz altında tutulma kararı alınır. Rum tehciri sırasında çok pek çok kişinin tifüsten hayatını kaybetmiş olduğu söylenir. Anlattığımız bu olaylar Pontus’un batı kesimiyle, Samsun Sancağına tekabül eden bölgesiyle ilgilidir. Trabzon’un kaderi ise çok farklı olacaktır. Bu bölgede yaşayan Rum topluluğu Samsun’daki metropolitin tam tersi bir tutum benimseyen Trabzon Metropoliti Hrisatos Flippidis yönetimindeydi. Hrisantos Flippidis , Ortodoks Kilisesinin Bizansçı çizgisindeydi. Rum topluluğunun Türk topluluğu ile işbirliği yaparak barışçıl bir şekilde ilerleyebileceğine ve böyle bir evrimin kaçınılmaz olarak İmparatorluk bünyesindeki Rum öğesinin üstünlüğüne yol açacağına inanmaktaydı. 1914 seferberliği sırasında Trabzon Valisi Cemal Azmi Bey’le görüşerek şehrin silah altına alınan Rum halkının, Trabzon’da sivil görevlerde görevlendirilmesini sağladı ve böylece Rus Vatandaşlığına geçmiş olan Rumların tehcire uğramasını önledi. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi müttefiklere, çıkarlarının tehlikede olduğu her yerde duruma müdahale etme hakkını veriyordu. Bu hüküm bir yandan müttefiklerin müdahale etmelerini sağlamak üzere Hıristiyan nüfusun, diğer yandan da böyle bir müdahaleyi önlemek için Müslüman nüfusun harekete geçmesine neden olarak, ağır bir takım sonuçlar doğurdu. Mütarekenin hemen ertesinde asker kaçaklarıyla ilgili olarak çıkartılan af beklenilen sonucu vermedi. Aksine çeteleri kurumlaştırmaya yaradı. Diğer yandan imparatorluğun teslim olmasından ötürü moralleri bozuk olan Türklerin tersine Rumlar, geleceğin kendilerine ait olduğu duygusuna kapıldılar. Rum Kilisesinin üst mevkideki görevlileri de bu unsurları ileride kurulacak bir askeri gücün çekirdeği olarak örgütlemeye çalıştılar. Ocak 1919’dan itibaren müttefiklerin bölgeye yeni görevlerle gönderdikleri “political officals” ya da eski görevlerine dönen Merzifon Amerikan Koleji’nin misyonerleri ve Samsun’daki American Tobbaco Co. Şirketinin memurları, Hıristiyan eşrafla görüş birliği içinde, müttefik müdahalesi kartını oynamaya başlamışlardır. 7 Nisanda Samsunlu Rumlar Yunan Bağımsızlığını büyük şamata ile kutlarken, Samsun’daki İngiliz temsilcisi Salter, başlarında metropolit Germanos bulunan eşraf arasında bir komite örgütler. Bir sonraki aşama, Rumların örgütlenmesini önleyebilecek tek yerel muhalefet odağı olan Türk askeri güçlerinin sınırlandırılmasıdır. Amiral Calthrope, 21 Nisan’da Osmanlı Hariciyesi’ne bu doğrultuda bir mektup gönderir. 25 Mayıs’ta Hariciye Nezareti bu mektuba verdiği cevapta, uzun bazı açıklamalardan sonra imparatorluk hükümetinin düzeni sağlamak üzere MirlivaMustafa Kemal’i bölgeye gönderdiğini bildirir. Her şeyi alt üst eden bu kararın altında kuşkusuz, Mütarekenin 7. maddesi uyarınca müttefiklerin bölgeye askeri güç çıkarmalarını önlemek ve bunun yanı sıra daha önemsiz görünen, parlak ve parlak olduğu kadar da endişe verici bir paşadan kurtulmak gibi bir niyeti vardır. Bu karar aynı zamanda Mustafa Kemal’e ulusal hareketi başlatmak üzere ideal bir fırsat yaratmaktaydı. Mustafa Kemal Samsun’a 19 Mayıs’ta 100 kişilik yeni bir Hintli birliğinin ve Novorossisk’ten gelen 580 Rum göçmeninin gelmelerinden iki gün sonra varmıştı;dört gün önce ise Yunan ordusu İzmir’e çıkmıştı. Mustafa Kemal’in orda bulunuşu, Pontus’u birden hem aktüalitenin hem de tarihin ilgi odağı haline getirdi. Ne kadar heyecanlı olursa olsun,içerdeki hareket çatışma alanındaki güçler dengesini göz önünde bulundurmak zorundaydı;buna karşılık dışarıdaki, aralarında bölünmüş, Müttefiklerin ve Yunanistan’ın elde ettiği başarılardan sarhoş olmuş Pontuslu Rum örgütleri, kendilerini, başarı şansını ve bölgedeki yurttaşlarının kaderini her geçen gün daha fazla tehlikeye atan ütopik taleplere ve tedbirsiz açıklamalara kaptırmıştı. Venizelos gerek gerçekçi olduğu gerekse inançları bu doğrultuda olduğu için Yakın Doğudaki Rum ticaret kolonilerinin olduğu gibi var olmalarını, doğrudan Yunanistan’a bağlanmalarından daha yararlı buluyordu. Buna karşılık Marsilya Kongresi tarafından temsilci tayin edilen C.G. Constantinidis, 1918 Kasımında kaleme aldığı Pontus’un Ulusal Talepleri konusunda büyük güçlere verilen notada şöyle yazmaktadır: “Sınırları doğuda Kafkasya ve Batum, Güneyde Ermenistan’la çizilen ve batıda Sinop’un batısına kadar uzanan muhteşem Pontus Eyaleti, adalet ve ulusların kendi kaderlerini belirleme ilkelerine dayanarak, müttefik kuvvetler ve Amerika Birleşik Devletlerinden eski Trabzon İmparatorluğunun ihyasını ve özerk bir cumhuriyet yapılmasını istemektedir. Ne var ki, müttefikler Trabzon’un Ermenilere verilmesi görüşündedir ve Barış Konferansının açılışında Venizelos İzmir’i elde etmek için elindeki bütün kozları kullanmak niyetindeydi ve 3-4 Şubat tarihli oturumlarda yaptığı konuşmada Trabzon’un Ermenilere verilmesi gerektiğini savundu. Pontusun çeşitli delegasyonları ile Venizelos arasındaki bitmeyen çekişmenin temelinde de bu görüş ayrılığı yatmaktadır. Pontus Rumları Derneği ve İstanbul Patrikliği bu durumu protesto ederler. Bütün Mart ayı boyunca yabancı ülkelerdeki Pontuslu Rum toplulukları ya da Sivas yakınlarındaki Akdağ Madeninde yaşayan “gizli Hıristiyan” Stavriotlar gibi ülke içi guruplar tarafından gönderilen ve Pontus’un bağımsızlığını talep eden telgraflar Yüksek komiserliğe yağmıştı. Bu sıralarda Hrisantos İstanbul, Atina, Marsilya üzerinden Paris’e giderken yolda Pontuslu Rumların çeşitli dernekleriyle görüşme fırsatını bulur ve bu görüşmeler ona yalnızca belirli bir fikir oluşturmakla kalmayıp temsil yetkisini artırma olanağını verir. Bu nedenle 29 Nisan’da Paris’e gelişi Pontus meselesinde bir dönüm noktasına tekabül edecektir… Hrisantos Paris’te kendisinden rapor istenmesi üzerine Rum nüfusun 850.000 yani Constantinidis’in 2 milyonundan daha makul bir sayıda, ama yine de 1914 öncesi tahminlerinin bir katı olarak gösteren ve Ermeni Devletiyle yakın işbirliği içinde bulunmakla birlikte bağımsız bir devletin kurulması talebini dile getiren 2 Mayıs tarihli Pontus meselesi başlıklı memorandumu verir. Venizelos 6 Mayıs tarihinde Costandinidis’e özürlerini sunarak , görünüşte Pontus Rumlarının taleplerini benimsemiş gibi davranır. Bu nedenle 6 Mayıs hem Venizelos’un hem de bölgenin tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Hrisantos bunun üzerine Ermenilerle pazarlıklara girişir. Müttefiklerin desteğine yaslanan Ermeniler Venizelos’un ardına saklanarak tutumlarında direnirler. İki farklı anlayış, iki farklı kişilik, Germanos’la Hrisantos arasındaki çatışmalar bir süre daha devam etti. Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti ikinci kongresini 28 Mayıs’ta yaptı ve Doğu illerini temsil eden genel bir kongrenin Erzurum’da toplantıya çağrılmasına karar verdi. Mustafa Kemal’in Erzurum’da kumandan olarak bulunan Kazım Karabekir’in yardımıyla kontrolüne alacağı ve Türk ulusal hareketinin temelinde olan kongre işte bu kongreydi. Ancak kongrenin Mustafa Kemal’in kontrolüne girmesi Kongredeki Trabzon delegeleri arasında memnuniyetsizliğe ve Mustafa Kemal’e karşı ilk muhalefet hareketinin oluşmasına yol açtı. 21 Haziran’da Sivas ve Erzurum’a gitmek üzere Amasya’dan ayrılırken Mustafa Kemal orada 3. Ordu Komutanı Refet Bey’i bırakmıştı. Refet Bey Merzifon’a yeni bir Gurka birliğinin geldiğini haber alınca İngiliz Yüksek Komiserliğine, merkezi hükümetin onaylamadığı bir durumda kendisinin kamu düzenini sağlamasının söz konusu olamayacağını bildirdi. Komiserlik onu İstanbul’a çağırarak yerine Başkentten yeni bir görevli atamaya karar verdi. Ancak Refet Bey, komutayı ondan devralan subayın Mustafa Kemal’e sadık kalmasını güvenceye aldıktan sonra istifa etti ve Erzurum’a geçti. Türkler Rumların eski topraklarına dönmelerine ve bölgeye yeni göçmenlerin yerleştirilmesine kesinlikle karşı çıktılar. 11 Eylül’de göçmenlere refakat eden Gurka askerleri Amasya yolu üzerinde yollarının kesildiğini gördüler. Öte yandan Giresun bölgesinde Topal Osman’ın çeteleri Rum çetelerini temizlemeye başlamıştı bile. Bu sırada yazılan raporlarda bölgede Kemalist hareketin düzeni koruduğu ancak, iki topluluk arasındaki uçurumun giderek derinleştiği ve bir arada yaşayabilme şartlarının her geçen gün biraz daha fazla ortadan kalktığı ifade edilmekteydi. Londra Konferansı, 27 Şubat tarihli oturumunda Trabzon’u ileride kurulacak Ermeni Devletinin dışında bıraktı. İngiliz Delegesi Vansittart Hrisontos’un memorandumuna bölgede 312.000 Rum’a karşılık, 1.830.000 Müslüman’ın yaşadığını gösteren rakamlara karşı çıkar. Konferans, konuyu görüşmeye gerek olmadığına karar verir… Yunan kuvvetlerinin 22 Haziran’da başlattıkları askeri harekat, neredeyse bir yürüyüşmüş gibi ilerler ve 8 Temmuzda Bursa işgal edilir. 11 Ağustos’da yanı Sevr Anlaşmasından bir gün sonra Venizelos’la buluşan Aharonian, ona Trabzon üzerindeki iddialarından vazgeçtiklerini bildirir. Rum çeteleri dışardan bir müdahale yapılmasını beklerken civardaki Rum köylerini denetimleri altında tutmaya çalışır. Türk köylülerini silahlandırmaya çalışan Ankara Hükümetinin ise eli kolu hem çeşitli ayaklanmalar hem de Yunan ordusunun ilerleyişi nedeniyle bağlıdır. Türk cetelerinin varlıklarını dayatabildikleri tek bölge Topal Osman’ın hüküm sürdüğü Giresun bölgesidir. Ankara Hükümetinin Pontus hareketine uyguladığı ilk resmi baskı 8 Kasım 1920’de 72 Samsunlu Yunan vatandaşı Rum’un tutuklanarak, ertesi gün bir Avusturya gemisiyle sınır dışı edilmesidir. 4 Şubatta Rum eşrafından Samsunlu 72 ve Bafralı 11 kişi tutuklandı. Zilon Piskoposu da tutuklananlar arasındaydı ve piskoposlukta yapılan bir aramada harekete mali katkıda bulunan eşrafın adlarını gösteren bir liste bulunmuştu. 12 Şubat’ta Merzifon Amerikan Kolejinde öğretmen olan bir Türk öldürüldü. 16’sında Kolejde yapılan aramanın ardından dört profesör ve iki Rum öğrenci tutuklandı. İçişleri Bakanlığından gelen bir emir üzerine Kolej 22 Mart’ta kapatıldı ve iki kişi dışında Amerikalıların tümü sınır dışı edildi. 5 Nisan’da Merkez Ordusu Bafra bölgesindeki Rum çetelerine karşı ilk operasyonu başlattı. Sonrası düzenli orduların 1923 yılına, yani Yunanlıların Anadolu’yu boşaltmalarından çok sonrasına kadar, dağlara çekilmiş Rum çetelerine karşı yürüttükleri operasyonlarla süren bir öyküdür. 1914’te Trabzon vilayetinde yaşayan Rumların nüfusunun 350.000 olduğu tahmin edilmektedir;bunlara Sivas ve Kastamonu vilayetlerindeki Rumlar eklendiğinde, yaklaşık 450.000 sayısına ulaşılmaktadır. Bunlardan 86.000 kadarı 1. Dünya Savaşı sırasında Rusya’ya göç etmiş ve 322.500 kişi de nüfus mübadelesi sırasında,1923’te Yunanistan’a ulaşmıştır. İki sayı arasındaki fark 65-70 bindir ki bunların üçte biri silahlı erkekler ve üçte ikisi eli silah tutmayan insanlardır. Pontus meselesi ulusal ilkelerin, çok uluslu bir devlete uygulanmasından kaynaklanan sapıtmaların iyi bir örneğidir. Pontus’un uzun vadede, farklı etnik kökenlerden gelen, Büyük İskender’in İmparatorluğu döneminden Kommenoslar İmparatorluğuna kadar gelen dönemde Hıristiyanlaşan ve büyük ölçüde Helenleşen, daha sonra Osmanlıların yönetimi altında İslamiyeti benimseyen ve büyük ölçüde Türkleşen ve 19. yüz yılda ulusal ideolojinin etkisiyle dini bölünmeleri etnik bölünmelere dönüştüren halkların tarihidir. Bizi ilgilendiren dönemin başından beri bu ayrışma kesin bir biçim almıştır. Daha 1912’de taraflardan her biri uzun vadede, Balkanlarda olup bitenlere benzer ancak diğerini dışlayan bir çözümü hayal edebilir duruma gelmişti. Gerisi aşamaları bu yazıda özetlenmeye çalışılan uluslar arası konjonktür ve strateji meselesinden ibarettir. Bu ayrışmayı izleyen savaşta Yunan tarafı kendi hayallerinin, yanılgılarının kurbanı oldu.Bunların başında geniş kitleler tarafından ne ölçüde benimsendikleri ayrıca tartışılması gereken bir dizi değere gönderme yapmanın ulusal bir dinamiği başlatmaya yeterli olabileceği yanılgısı yatıyordu. (1) Atatürk Araştırma Merkezi tarafından yayınlanan Pontus Meselesi ve Yunanistan’ın Politikası adlı kitapta (2) bu konu ile ilgili yazılan makaleler Kara Harp Okulu web sayfasında özetlenerek okurlara sunulmuştur. Bu “kitapta öncelikle;Pontus meselesi tanımlanmış, tarihi süreç içerisinde 30 Ekim 1918 öncesi ve sonrası olarak iki ana bölüm halinde incelenmiştir. Bu incelemede; 30 Ekim 1918 öncesi Pontus Meselesinin tarihi gerçeklere dayanmadığı,Yunanistan ve Patrikhane tarafından sahnelendiği, Lozan Barış Anlaşması ile tarihe mal olduğu vurgulanmış, Lozan Barış anlaşmasından sonraki dönemde ise;konunun sun’i olarak yeniden yaratılmaya çalışıldığı, ayrıca Pontus meselesinin batılılar ve Yunanlılar için başka başka manalar ifade ettiği belirtilmiştir. Bu kap/samda; son demende konu ile ilgili gelişmeler sıralanarak alınması gereken tedbirler ve izlenmesi gereken politikalar belirtilmiştir. Yukarıda belirtilen çerçevede yapılan incelemede; Pontus’un eski Yunanlıların Karadeniz’e verdikleri bir isim olduğu,Pontus olarak adlandırılan bölgenin, en geniş anlamıyla; Doğu Kafkasya’dan bütün Karadeniz kıyıları boyunca Sinop ötesine kadar olan bölgeyi kapsadığı, bu bölgede M.Ö.301’de Pers menşeli Mithridates Sülalesi tarafından kurulan Pontus Krallığı’nın M.Ö. 63’de Roma orduları tarafından ortadan kaldırıldığı, müteakiben Doğu Roma’nın zayıflaması ile Trabzon Devleti’nin (1207-1461) kurulduğu, kurulan bu devletle Pontus Krallığı arasında her hangi bir ilişkinin mevcut olmadığı ifade edilerek; Kıpçak Türklerinin 1080 yılından itibaren Kafkasya’nın güneyine geçişleriyle bölgenin Türkleşmeye başladığı ve nihayet 1461 yılında bölgenin Osmanlılar tarafından fethi ile Bizans’ın son kalıntılarının da ortadan kalktığı, Bölgede kurulan ilk Pontus Krallığı ile 1207’de kurulan Trabzon Devletini birbirine karıştıran Yunanlıların, ortaya bir Rum Pontus devleti çıkardığı ve buna dayanarak 20. yüz yılın başlarında bu devleti tekrar diriltme iddiası ile Doğu Karadeniz kıyılarında Rum Pontus Devleti kurma hayallerine kapıldıkları, bu fikrin ilk olarak Filik-i Eterya’nın kuruluşu ve Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile ortaya çıktığı ve bölgenin Pontus adıyla Megali İdea’nın hedeflerinden biri olarak ortaya konduğu; Pontusçuluk konusunda siyasi bir hareketin mümkün olabileceği fikrinin de 1908 yılında II. Meşrutiyetin ilanından sonra açıkça ortaya atılmaya başlandığı, İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nin konunun başlangıcından itibaren en büyük destekçisi olduğu, bölgede ilk silahlı çeteyi de Amasya Metropoliti Germanos’un 1908 yılında Samsun’da kurduğu, Mondros Mütarekesinden sonra da Pontus Meselesinin Paris Barış Konferansı’nın gündemine sokularak konu ile ilgili diplomatik çabaların ağırlık merkezinin Avrupa’ya kaydığı ve nitekim 22 Haziran’da Lloyd George’un Venizelos’a Türkiye’yi Sevr’i askeri yoldan dayatma görevini vermesi üzerine Pontus meselesinin çetecilik ve askeri cephesinin ortaya çıktığı belirtilmiştir. Müteakiben, Batı Anadolu’daki Yunan ilerlemesine paralel olarak başta Samsun olmak üzere Doğu Karadeniz bölgesinde Pontus çetelerinin giderek ciddi bir tehdit arz etmesi üzerine, TBMM hükümetinin 1920 başlarından itibaren ciddi tedbirler almaya başladığı ve 1923 yılının ilk aylarında Pontus çetelerinin isyanlarının tamamen bastırıldığı, Lozan Barış Anlaşması ile bölgede kalan Rumların mübadele ile Yunanistan’a göç ettiği ve böylece Yunanistan ve Patrikhane tarafından sahnelenen Pontus meselesinin, sahneleyenler tarafından istendiği şekilde sonuçlandırılamadığı vurgulanmıştır. Lozan Anlaşmasından sonraki dönemde Yunanistan tarafından meselenin yeniden canlandırılmaya çalışıldığı ve bu kapsamda yapılan çalışmaların; *Yunanistan’ın sözde “Pontus Soykırımı” iddialarının 1985 yılından itibaren ortaya atıldığı, *Yunanistan’ın yurt içi ve yurt dışında Pontus dernekleri kurdurduğu ve bu derneklerin faaliyetlerini koordine etmek maksadıyla da federasyonlar oluşturduğu, *Yunanistan’ın bu dernek ve federasyonlar vasıtasıyla peryodik olarak ülke içinde ve dışında uluslar arası “Pontus Helenizmi Kongreleri” düzenlediği, *Yunanistan’ın Pontus konusunda bir soykırım olayı olarak uluslar arası kuruluşlar nezdinde gündeme getirdiği, *Ermenilere uygulandığı iddia edilen soykırımın, günümüzdeki ‘Kürt Sorunu” ile paralellikler kurularak Türkiye’nin soykırımı tanıması ve tazminat ödemesi talep edilerek Türkiye’nin Pontus sözde soykırımını tanımadığı sürece AB’ne kabul edilmemesi için uluslar arası platformlarda propaganda yapıldığı ve sergiler düzenlendiği, *Tarihi ve ilmi gerçeklere rağmen, Türkiye ile gerginlik ve sürtüşmeyi milli politikası haline getiren Yunanistan’ın , 19 Mayıs gününü sözde “Pontus Soykırımını Anma Günü” olarak kabul eden bir yasa çıkardığı, yasanın 24 Şubat 1994 tarihinde Yunan Parlamentosu’nda oybirliği ile kabul edilerek 7 Mart 1994 tarihinde Yunanistan Cumhurbaşkanı tarafından oylanarak yürürlüğe girdiği, *Yunanistan’ın Doğu Karadeniz Bölgesi başta olmak üzere,halen Anadolu’da gizli Hıristiyanların yaşadığını iddia ettiği, *Yunanistan’ın Pontus dernekleri vasıtasıyla turizm mevsimlerinde Doğu Karadeniz Bölgesine “Unutulmayan Kaybolan Vatanlara Gezi” adı altında periyodik geziler düzenleyerek olayı canlı tutmaya çalıştığı, *Yunanistan’ın Sovyetler Birliği’nin dağılmasına paralel olarak bu ülkelerden göçmen olarak gelen Rumları, Batı Trakya’da yerleştirerek, Türklerin yaşadığı bu bölgenin demografik yapısını tamamen bozmayı ve Türkleri asimile etmeyi amaçladığı, *Yunanistan Kültür Bakanı tarafından “Anavatanları Kurtarma Dünya Komitesi” adına bütün dünyada kart şeklinde dağıtılan haritada Türkiye’nin Pontus, Kürdistan, Ermenistan vb. şeklinde parçalanmış olarak gösterildiği ve bu amaca ulaşmak için mücadele çağrısı yapıldığı belirtilmektedir. *Kitapta,konunun incelenmesini müteakip sonuç olarak; batılılarca Osmanlı Döneminden beri sun’i problemler çıkararak yıpratmak, meşgul ederek zayıf düşürmek stratejisinin sürekli olarak kullanıldığı, bu stratejinin uygulanmasında da küçük devletlerin veya muhalif unsurların sürekli olarak kullanıldığı ve bunların başında da Yunanistan’ın geldiği, Pontus meselesinde de bu stratejinin çeşitli şekillerinin görüldüğü ifade edilerek alınması gereken tedbirler ve uygulanması gereken politikalar” sıralanmaktadır. Bu tarihi ve bilimsel gerçekleri “yüzde yüz hatta yüzde bin beş yüz” bilen Karadeniz delikanlısını ipliği çoktan pazara çıkmış stratejiler içerisinde malzeme olarak “kullanmaya” kalkışmak, ona yüz be yüz küfretmek değil de nedir söyler misiniz ? DİPNOTLAR: ——————- (1) T. Baykara, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyasına Giriş I. Anadolu’nun İdari Taksimatı, Ank., 1988, s.28 N. Yazıcı, Milli Mücadelede (Canik Sancağı’nda) Pontusçu Faaliyetler (1918-1922), Ank., 1989, s. 15. (2) A. Decei, “Karadeniz” İ.A., C: VI., s. 238,. (3) Taner TARHAN, Eski Çağda Kimmerler Problemi, 8. Türk Tarih Kongresi, CiltI. (4) Mahmut GOLOĞLU, Anadolu’nun Milli Devleti Pontus, 1973. (5) Atatürk Araştırma Merkezi, Pontus Meselesi ve Yunanistan’ın Politikası, Yrd. Doç. Dr. Yusuf SARINAY, Yrd. Doç. Dr. Hamit PEHLİVANOĞLU, Yrd. Doç. Dr. Abdullah SAYDAM, 1999. (6) Erendil, Em. Tümg. Muzaffer-; “Yunanlıların Kökeni ve Yunan Milletiyle (Greklerle) İlgili Kavram ve Deyimler”, Üçüncü Askeri Tarih Semineri, Türk-Yunan İlişkileri, ATASE Yayınları, Ankara 1986, s. 102-114. (7) Danişmend, İsmail Hami-; İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, İstanbul 1955, s. 105. (8) Mesut ÇAPA, Pontus Meselesi. (9) A.M. Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ank. 1993, s. 50-51. (10) A. Kemali, Erzincan, 2. baskı, İst., 1992, s. 19, not: 7. (11) O.N. Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi, Ank., 1990, s. 49, A.M. Çay, a.g.e., s. 55. (12) F. Kınal, Eski Anadolu Tarihi, 2. bsk., Ank., 1987, s. 258 vd. (13) Prof. Dr. M.F. Kırzıoğlu’nun, “Lazlar-Canyarlar”, VII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, C.I (ank. 1972). (14) Türk Milletinin Tarihi, s. 74-75. (15) Türk Milletinin Tarihi, s. 75-76, Bulgar Türleri ile ilgili olarak bkz: A.N. Kurat, IV.XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz’in Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ank., 1972, s. 108 vd. (16) A.N. Kurat, a.g.e., s. 96. (17) A.Mehmet Çay, a.g.e., s. 68. (18) A.Mehmet Çay, a.g.e., s. 77. (19) O. Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İst., 1973, s. 40 vd. (20) O. Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, s. 302 vd. (21) A. Decei, “Karadeniz”, İ.A., C: 6, s. 243. (22) H. Karpuz, Rize, s. 10. (23) İ. Miroğlu, “Fatih Devrinde Osmanlı İmparatorluğu”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, Çay Yayınları, C: X, İst., 1989, s. 231-232. (24) H. Karpuz, a.g.e., s. 11. (25) C. Orhonlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Aşiretlerin İskani, İst., 1987, s. 104. (26) Bu bölümde yapılan açıklamaların büyük bir çoğunluğu Paris Üniversitesi Öğretim üyelerinden Stefanos Yerasimos’un bu konu ile ilgili olarak kaleme almış olduğu makaleden özetleme suretiyle alınmıştır (27) Yrd. Doc.Dr.Yusuf Sarınay, Yrd.Doc.Dr. Hamit Pehlivanlı, Ydr.Doc.Dr.Abdullah Saydam, Pontus Meselesi ve Yunanistan’ın Politikası, €1999
Posted on: Fri, 19 Jul 2013 22:42:33 +0000

Recently Viewed Topics




© 2015