İlişikte yarım küpürü görülen söyleşinin bendeki metnini - TopicsExpress



          

İlişikte yarım küpürü görülen söyleşinin bendeki metnini buraya koyuyorum. Kaya Tokmakçıoğluna bir kez daha teşekkürler. - Kitabın adından başlayalım istersen. Gökyüzü Defni sadece çağrışımlardan oluşturulmuş bir başlık mı? Kitabın içinde hayli defin var, ama bu ismin çıkış noktasını daha soyut bir yerde aramak gerekiyor. (Çoğul konuşuyorum, çünkü öneri yayınevinden geldi; benim seçtiğim ad başkaydı.) Bu gelenek biliyorsun ıssız, çorak yerlerde doğmuş. Kitaptaki kişilerin yaşamlarında gözlemlenen terkedilmişliği, tükenmişliği çağrıştırdığı için seçildi diyebilirim. - İlk öykü kitabından (1998) bu yana uzunca bir süre geçmiş. Bunca zamandır beklemenin nedeni yazdıklarını bir tür dinlendirme ya da demleme arzusu mu? Hayır. O kadar demlemeye çaydanlık dayanmaz. İlk kitabı izleyen birkaç yıl epeyi çalkantılı geçti. Ondan sonra iki roman kurdum ve birincisini yazmaya giriştim. Bunlar yeniydi; yani kitaptaki biyografide yer alan, yazılıp çekmeceye defnedilmiş romanlardan bahsetmiyorum. Yeni romanlara daldığımda onların hak ettiği, talep ettiği konsantrasyonu, duygusal olgunluğu, entelektüel birikimi bir araya getirmekte zorlanacağımı anladım. Konsantrasyon dedim; çocuğum yeni doğmuştu ve eşimle benim bütün enerjimiz oraya gidiyordu. Çalışan, aileleri uzakta oturan insanlarız. Edebiyattan uzaklaştım, ama bir yandan da eskisinden fazla tarih, yorum okudum, ve belki de farkına varmadan romanları bir yandan sessiz sessiz içimde demlendirmiş oldum. Çocuk sahibi olmak işin bahsettiğim öbür yanlarını da hallediyor, yani duygusal olgunluğu... bütün sevinçleri, öfkeleri ve hayal kırıklıklarıyla beraber. Oğlumla birlikte ben de büyüdüm. Tekrar okumaya, yazmaya döndükten bir süre sonra bir yayınevi aradı. İlk kitabımı yeniden yayımlamak ve yeni öykülerimi görmek istiyorlardı. Peki dedim ve söz verince romanları bırakıp öyküler yazdım, bazıları bu kitabı oluşturdu. 15 yıl değil 7-8 ayda yazıldılar. Merakla bekleyen bir yayınevi olması içimde bir heyecan, yazma isteği doğurdu; sabah evden çıkıyordum, metroya yürürken bir öykü kafamda yoktan var oluyor, iki üç gün ben yolları arşınladıkça şekilleniyor, sonra da beni oturup yazmaya zorluyordu. Romanlardan ilkinin teslim sözünü de verdim; anlaşılan başka türlü yazamıyorum ben. - Tatvan doğumlusun. Bununla birlikte çocukluğunu ve eğitim hayatını İstanbul’da geçirmişsin. Gökyüzü Defni’ndeki öyküleri okuduğumda, dünyaya gözlerini açtığın topraklarda “yaşayamadıklarını” anlatmaya çalıştığını hissettim şahsen. Öykülerinde böyle bir hesaplaşmadan bahsedilebilir mi? Sanmıyorum. Tatvan’da doğduğumu düşünmen doğal, çünkü oraya kilitli bir öykü ve başında babamın mektubu var, özgeçmişte de oralarda bir yerde doğduğum yazıyor. Ama orada da dedim, bu bir başlangıç değil dönüştü ve benim değil annemin-babamın dönüşüydü. O da ait olunan bir yerden değil, mecburi hizmetten dönüş. Çok sonraları doğduğum yeri gittim gördüm. Bazı yazarları okurken algıladığım, “Memleketim geride kaldı, oralarda yaşasaydım” yollu bir şeyler geçtiğini söyleyeyemem içimden. Benim anavatanım İstanbul; yazdıklarımı besleyen yer de çoğu zaman İstanbul’dur. Varsa bir özlem, bir “keşke” hissi, yeterince tanıyamadığım, “artık burası da benim, ve ben de buraya aitim” diyemeyeceğim semtlerine ilişkindir. - Okurlara fazla ipucu vermeden, kitabın bölümlendirilmesine dair bir şey sormak istiyorum. Kenardakiler, Yolcular ve Geride Kalanlar başlıklı üç alt bölümden oluşuyor Gökyüzü Defni. Kenarda kalanların çoğu kentte yaşayan insanlar, yolcuların bir kimlik arayışı içindeyken, geride kalanlar tarihsel olarak yaşanmış acı olaylara odaklanıyor. Kitabı bu şekilde alt bölümlere ayırmayı, önceden tasarlamış mıydın? Hayır. Kendiliğinden oluştu. Tarihin izlerini Yolcular bölümünde de çokça bulmak mümkün. Bu bölüştürmenin çok fazla önemi yok aslında. - Kitabın sonunda öykülere dair notlar içeren bölüm, okurun öykülerin bağlamını kavraması açısından belirli bir işleve sahip olduğunu kabul etmekle birlikte, kimi şeyleri okurun keşfetmesi daha iyi olmaz mıydı? Olurdu. Amacım okura rehber sunmak, esin pınarlarımı açıklamak değildi. İki kaygıyla başladım. Birincisi, alıntı yaptığım kaynakları belirtmek. Mecburum zaten. İkincisi de bana zaman ayırıp sorularımı cevaplamış, en azından bir teşekkür borcum olduğunu düşündüğüm insanlara değinmekti. O kaygılarla yola çıkmış olmama rağmen, notların yazım tarzı okurla sohbete kaydığı için biraz sorduğun noktaya doğru sızmalar olduğu doğru. Mesela Lunapark’ta Ed McBain öyküsü derken ruleti döner salıncak yaptığımı da belirtmişim. Aslına bakarsan ortada alıntı yok, bir şey yok; yani onu tamamen okura bırakabilirdim. Gülsuyu’nu yazarken de şehre bakan gözleri Rio’nun favelalarında gerçekleştirilmiş bir enstalasyondan yürüttüğümü belirtmeye kendimi zorunlu hissettim; iki ülkenin iki mahallesindeki hayatlar arasında kurulmuş kardeşliği belirtmek de güzel geldi. - Bana kalırsa Geride Kalanlar bölümündeki hikâyenin dili çok sertleşiyor ve okuru allak bullak ediyor. Bu bölümde meyve veren öykülerdeki yaşamışlıkların payı daha fazla diyebilir miyiz? Oğlum sert bir öykü. Bunlar benim yaşadığım değilse de dünyada yaşandığını bildiğimiz olaylar. Ben dünyanın bir seyircisi olarak allak bullak oluyorum açıkçası ve yazarken, biraz da Batı edebiyatının etkisiyle, oldukça mesafeli durmaya çalışıyorum. Kendimi frenliyorum, gemliyorum. Örneğin Murad’ın Manastırı konu itibariyle çok daha sert bir kılığa bürünebilirdi. Oğlum’u yazarken ne oldu bilmiyorum, belki erkeklerin dünyayı ele geçirmişliği, kadınlara uygulanan ve sıradanlaştırılan şiddet elime bir isyan bayrağı verdi, gem mem kalmadı. - Aras Yayınları’ndan çıkan altı kitaplık William Saroyan serisinin editörlüğünü yaptın. Saroyan gibi bir yazarın, senin öykücülüğündeki yeri nedir? Örneğin Murad’ın Manastırı başlıklı öykünde belli bir etkilenmeden bahsedebilir miyiz? Saroyan’ın eserlerini severim, ama öykücülüğümde önemli bir yeri olduğunu söylemem yanlış olur. Ona ilgim daha çok akademik. Saroyan’ı ilk okumalarım Camus ve O. Henry (çok farklı olduklarını biliyorum ama upuzun bir listeden aklıma gelen ilk isimleri seçiyorum) okuduğum döneme denk düşer ve örneğin o ikisinin yapıtları benim için çok daha belirleyicidir. Murad’ın Manastırı’nı besleyen damarlar arasında Saroyan yok, Ermeni taşra edebiyatı var. Bu edebiyat (tabii çevirilerinden okuyabildiğim kadarıyla) Saroyan’la aynı kategoriye konmamalı; belki Saroyan’ın ilk dönem eserleriyle örneğin Ermeni yazar Hamasdeğ’i, arada Steinbeck’i köprü gibi bir şey kabul ederek aynı sütunda düşünebiliriz. Neyse, taşra edebiyatı, Ermeni tarihi ve özellikle mimarisi işin çerçevesi ya da arka planı diyelim; öyküdeki iki ikili ilişki, 1990’larda Tom ve Murat, 1900’lerde Murad ve Murat Dayı, bunların dayandıkları şeyler kafamda net. Tom ve Murat, ABD’de beni doğru dürüst tanımadan dostça yaklaşan Ermeni gençlerden esinlenerek şekillendiler. Murad ve Murat Dayı içinse Paul Harding’in Tinkers adlı romanında geçen kısa bir bölümde yer alan benzer bir ilişkiden etkilendim. Hatta Murad’ın münzeviliği oradan gelir, ve o kitabın Ermeni edebiyatıyla, manastırla şunla bunla hiç ilgisi yok. Bak, notlarda Murad adını ve bir anlamda öykünün filizini borçlu olduğum Sevan Nişanyan’a bile değinmişim ama Harding yok; yani bazı şeylerde dilimi tutup keşfi okura bırakmayı becermişim... - Kitapta fazla sayıda uzun öykü var. Özellikle uzun öykülerinde dilin yer yer roman diline döndüğü izlenimi edindim ben. Daha rafine bir tür olan öyküden bir anlamda uzaklaşmak gibi de ele alınabilir bu söylediğim. “Hayır, uzaklaşmadım” diye kesin bir cevap vermek istemiyorum, çünkü kitabı incelersek gerçek payı var dedirtecek yerler buluruz, ama önemli bir noktayı burada hiç olmazsa kayda geçeyim. Benim yakından takip ettiğim ve kuşkusuz etkilendiğim Amerikan (buna Kanada, İngiltere, İrlanda’yı da ekleyebilirim bazı yazarlar için) öykücülüğü Türkiye’de görmeye alıştığımıza kıyasla çok daha uzun metinlere yönelmiş durumda. Novellaya yaklaşan 40-60 sayfalık gerçekten uzun öyküleri demiyorum, 10-15 sayfanın normal kabul edilmesinden bahsediyorum. Yeni bir olgu değil. Ortaokulda Amerikalı edebiyat öğretmenimiz ceza olarak Daniel Keyes’in Flowers for Algernon öyküsünü (1958) temize çektirmişti bir gün. Kurşun kalemle saatler sürmüştü baka baka yazmak. Şimdi de Sarnıç Öykü ara sıra benden çeviri öykü önerisi istiyor, ben Türkiye’deki dergilerin üst sınır kabul ettiği noktayı aşmayan öykü bulmakta çok zorlanıyorum. İngilizce edebiyatta 5-6 bin sözcüğe yayılan bir olay örgüsü, teknik yaklaşım ve dil tercih ediliyor gibime geliyor. Yıllardır Alice Munro okuyorum. İnşallah Nobel kazanınca William Trevor için de aynı şeyi söyleyeceğim. Onlar gibi yazmak gibi özel bir çabam yok, ama benim öykülerim demek ki kendiliklerinden öyküyle roman arası bir yerde, Türkçe ve diğer dillerin edebiyatının da arasında bir yerde duruyor. Özetle, “rafinelik” eleştirisine açığım, ama bunu değerlendirirken uzunluğa bakmayalım, anlatılmak istenenle seçilen yaklaşım uyumlu mu değil mi ona bakalım. - Son soru da bizim öykücülüğümüze dair olsun o zaman. Takip ettiğin öykücülerimiz kimler ve günümüz Türk öykücülüğünü nasıl değerlendiriyorsun? Öykücülüğümüzü geriden takip ediyorum. Bir çok okuyan çocuk gibi Sait Faik ve Aziz Nesin’le büyüdüm, onların yanına örneğin Bekir Yıldız’ı, Sevim Burak’ı, Nursel Duruel’i, Osman Şahin’i zamanla yerleştirdim. Benim kuşağıma ve benden gençlere geldiğimde ise liste cılızlaşıyor; okumak için aldığım bir sürü kitap, doğru dürüst fikir edinecek sayıda öyküsünü okumadığım bir sürü yazar var. Nedeni sadece zaman kıtlığı değil. Kızacaksın ama daha uzun yazsınlar istiyorum. Yeni bir öykü kitabını açtığımda elim bir yandan her kitabında yeni bir dil, yeni bir dünya yaratan Gürsel Korat’ın romanlarına gidiyor; gemici kültürünün içki sofralarında anlatılan öyküleri aynen o genişlik, o yayılmışlıkla veren Conrad’ın uzun öykülerine, kısa romanlarına gidiyor. Kumkapı öykülerinden beri takip ettiğim Jaklin Çelik’i en çok Öfkenin Şenliği adlı romanını okuyunca sevdim. Şimdi Fuat Sevimay’ı okuyorum ve keşke daha uzun öyküler de yazsa diyorum.
Posted on: Thu, 28 Nov 2013 04:24:35 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015