İslâm’da Öğretim ve Eğitim En eski çağlardan bugüne - TopicsExpress



          

İslâm’da Öğretim ve Eğitim En eski çağlardan bugüne dek nesiller, hayatları boyunca kazandıkları servetleri, mal, mülk, alet ve eşyaları, kendilerinden sonrakilere miras olarak bırakıp gitmişlerdir. Bunlar maddî şeylerdir. Hiç şüphesiz eskilerin yenilere bu maddî mirasın yanı sıra bıraktıkları daha başka değerli şeyler de vardır. Bunlar görgü, tecrübe, bilgi, dil, edebiyat, örf, âdet, hukuk gibi sosyal ve kültürel gerçeklerdir. Denilebilir ki bu mânevî miras, ilkinden daha da değerlidir. Çünkü bir toplumu, bağlantısız ve amaçsız bir yığın olmaktan çıkarıp görgülü ve köklü bir ulus hâline yücelten bir hazine, yeni atılım ve başarılar için gerekli bir dayanak ve engin bir güç kaynağıdır. O halde yeni nesillerin, bu mânevî mirası da almaları, daha önceki deneme, yanılma ve başarıları öğrenerek bunların ışığı altında eğitilip geleceğe hazırlanmaları, toplumun ilerlemesi ve güçlenmesi için şart olmaktadır. Ayrıca bugün, durmadan değişen ve gelişen, hareketli bir dünyada yaşıyoruz. Gerek fert ve gerek toplum olarak bilgimiz, görgümüz genişlemekte ve her alandaki bilgiler, metotlar ve teknikler günden güne gelişip ilerlemektedir. Bu hızlı değişme ve gelişmeye ilgisiz kalamayız. Aksine davranış, geri kalmaya razı olmak demektir. Bir üniversite profesörümüz, kalkınma için yapılması gerekli atılım ve işlemleri incelediği değerli bir eserinde, çeşitli ülkelerin bütçelerinde milli eğitime ayrılan para miktarlarını açıklıyor. Bundan, onların bu alana, milli savunma kadar para harcadıkları anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra bilimsel araştırmalar için de yine öyle büyük meblağlar ayrılıyor ve en çok kâr getiren yatırımların bu alandaki harcamalar olduğu belirtiliyor. Gerçekten de yirmi beş yıllık bir dönem içinde Amerika’da bilimsel araştırmalara harcanan her 100 dolara karşılık ortalama 2.500-5.000 dolar kazanıldığı görülmüştür. Demek ki kalkınma ve yükselme için bilim, öğretim ve eğitime şiddetle muhtaç ve mecburuz. O halde hem fert hem de toplum için çok önemli olan bu öğretim ve eğitimin nitelik ve niceliği üzerinde durmamız yararlı olacaktır. Bilindiği gibi “öğretim”, gerekli yeni bilgilerin, yeni kişi ve topluluklara verilmesi demektir. Bu yalnız akla ve hafızaya hitap eden bir çalışmadır. “Eğitim” ise öğretimden daha başka ve daha ileri bir merhale teşkil eder. Çünkü öğretilmek istenen konunun veya bilgilerin, kişilerce benimsenmesini ve sindirilmesini amaçlar. Onların yargı ve davranışlarına kaynak ve temel olmasına çalışır. Bu niteliğiyle eğitim şuurla birlikte alt şuura, kalbe ve rûha dönüktür; muhataba yeterlilik ve olgunluk kazandırmaya yönelir. Öğretim ve eğitim birbiriyle iç içe olup yekdiğeriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır, biri öbürünü tamamlar. İyi bir öğretim, kişilere gerekli sağlam bilgiler kazandırır, yaşadıkları ortamı ve evreni tanıtır, kültürünü genişletir, onları her konuda ileri teknik ve metotlara vâkıf kılar. Ama kabiliyet ve yeteneklerin ortaya çıkarılıp geliştirilmesi, maharet kazandırılması, ayrıca kişilerin pasiflikten veya zararlı yönelişlerden kurtarılması, kendine, çevresine ve yaşadığı topluma faydalı yöne döndürülmesi maddî ve mânevî bakımdan olumlu ve verimli duruma getirilmesi ancak eğitim yoluyla sağlanabilir. Eğitimin beden ve ruh, aile ve okul, karakter ve moral, ahlâk ve din, iş, meslek ve sanat, siyaset ve toplum eğitimi gibi pek çok çeşidi olup bunların her biri ayrı ayrı önemli ve gereklidir. Fert ve toplumlar bu gibi konularda eğitilmedikleri zaman geri ve ilkel bir seviyede kalmaktadırlar. Bir Batılı filozof bu yüzden: “İnsan ancak eğitim sayesinde insan olabilir.” diyor. Bir diğeri de “İddia edebilirim ki karşılaştığımız on insanın dokuzunda iyi ve kötü, toplum için yararlı ya da zararlı olarak gördüğümüz şeyler, eğitim yoluyla aldıkları şeylerdir.” diyerek eğitimin etki ve önemine dikkat çekmektedir. Eski çağda, “Bana dayanacak bir mesnet bulursanız kaldıraçla dünyayı yerinden kaldırabilirim.” diyen tanınmış fizikçi gibi bir Batı filozofu da eğitimin değerini şu sözlerle ifade etmektedir: “Eğitime hakim olan tüm dünyaya hakim olur, eğitim imkânlarını bana verin bir yüzyılda dünyanın çehresini tümüyle değiştireyim.” Bütün bunlar, öğretim ve eğitimin gücünü ve bir ulusun yaşamındaki yerini bize gösteren birer belge durumundadır. Bu sebeple tarih boyunca çeşitli bölge ve toplumlarda az-çok bir öğretim ve eğitim faaliyeti olagelmiştir. Fakat kültür ve eğitim tarihi dikkatle incelenecek ve gerekli kıyaslamalar özenle yapılacak olursa görülür ki gerçek Müslümanlık bu yönden çok ileridir. İslâm dini öğretim ve eğitime olağanüstü bir önem vermiş ve onu bir ibadet derecesine çıkarmıştır. Parlak İslâm kültür ve medeniyeti ile çeşitli ilimlerin ilk İslâmî devirlerde gösterdiği üstün gelişme bunun somut delilidir. Şimdi İslâm’ın öğretim ve eğitime verdiği değerin örnekleri üzerinde biraz duralım. Bilindiği gibi İslâm’ın gelmesinden önce Araplar kültür yönünden son derece geri idiler. Mekke gibi ticaret, din ve dolayısıyla sosyal temaslar yönünden gelişmiş bir şehirde bile okuma-yazma bilenlerin sayısı on beş-yirmi kadardı. Hicretten altı yıl sonra Hz. Peygamber, Batı Arabistan’daki Cuvâsa adlı büyük yere iman etmeleri ve İslâm’a girmeleri için bir mektup göndermiş fakat bütün ülkede yazı okuyabilen bir tek şahıs bile bulunamadığından mektup uzun zaman ortada kalmıştı. Yine aynı yıllarda, Yemen gibi eski bir kültür merkezinde, kabilesi tarafından başkan seçilmiş önemli bir kişi ve tanınmış bir şair olan en-Nemîr b. Tevleb, okuma-yazma bilmediği için Hz. Peygamber’in kendisine verdiği fermanı Medine pazarında okutturmaya mecbur kalmıştı. İslâm işte böyle bir kültür çevresinde doğdu. Bu nokta, daha sonraki parlak gelişmenin daha iyi değerlendirilmesi için göz önünde tutulması gereken bir noktadır. Ayrıca Hz. Muhammed’in ümmî olduğu da bilinen bir gerçektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Ankebût sûresinin 40. âyetinde onun daha önce hiç kitap okumadığı, yazı yazmadığı bildirilmekte; eğer okur-yazar ve eski kültürlere âşina bir kimse olsaydı bazı boş kimselerin, onun gerçekten Tanrı elçisi olduğunda ve Kur’an gibi mükemmel ve muhteşem bir kitabın sırf vahiy yoluyla ona Tanrı tarafından indirildiğinde şüpheye düşebilecekleri belirtilmektedir. Yani onun asıl büyüklüğü ümmî olduğu halde başardığı işin eşsizliğiyle ortaya çıkmaktadır. Bu ümmî peygambere, ilk kez Hira mağarasında gelmeye başlayan vahiy, “Oku!” emriyle başlar ve bilginin, kalemin, yazının önemine dikkati çekerek devam eder. İşte bu emir ve işaretler ile inen Kur’an âyetlerinin yazılması zorunluluğu, İslâm’ın ilk kültürel hareketini başlatmıştır. Bunun hemen arkasından da okuma yazma, ezberleme, öğrenme, öğretme ve eğitim çalışmalarının hızla geliştiği görülmektedir. İslâm topluluğu Mekke’deki ağır baskılar ve engellemelerden dolayı göç etmek zorunda kalmıştı. Hz. Peygamber’in Medine şehrine hicretinden sonra orada Mescid-i Nebî inşa edilmiş ve bunun bir köşesi, Kur’an, hadis, fıkıh ve akaid meselelerinin öğretildiği bir mektep hâline getirilmişti. Burada gece kalanların sayısı yetmiş-seksen iken gündüz gelenlerle rakam dört yüze kadar çıkıyordu. Bu topluluk, “ehl-i suffa” veya “ashâb-ı suffa” diye adlandırılır. Bu dikkat çekici mektepte, İslâm’dan önce de yazı yazdığı kâtiplik yaptığı bilinen Abdullah b. Sa’îd İbnu’l-Âs, öğrencilere yazı öğreten bir hoca idi. Tanınmış Ubâde İbnu’s-Sâmid de fahrî olarak Kur’an ve yazı öğretenlerden biriydi. Kaynaklar Abdullah b. Mes’ûd, Sâlim, Mu’âz b. Cebel ve Ubeyy b. Ka’b gibi kimselerin de aynı yerde öğretimle meşgul olduklarını yazar. Çeşitli yaşlarda ve değişik yerlerden gelme kişilerden oluşan ehl-i suffanın, bazı geceler sabaha kadar ders yaptıkları görülürdü. Medine’de zamanla mescid sayısının sekize, dokuza çıktığı, ayrıca Abdullah b. Mes’ûd ile Mahremet b. Nevfel gibi bazı kimselerin evlerinin yatılı birer mektep hâline geldiği ve bu evlerin “Dârulkurrâ” diye adlandırıldığı rivayet edilmektedir. Peygamberimiz bir hadisinde, “Benim bu mescidime gelen –başka bir şey için değil– sadece hayır için hayrı öğrenmek ve öğretmek için gelir. Böyle bir iyi niyete sahip kimse Allah yolunda cihad eden bir kimse derecesindedir.” demişti.85 Peygamberimiz’in bu gibi sözleri kısa zamanda öğreticiler ve öğrenenler üzerinde etkisini göstermiş ve Mescid-i Nebî kısa zamanda bir bilim yuvası hâline gelmişti. Sevgili Peygamberimiz ehl-i suffayı sever, korur ve gözetirdi. Onlarla sık sık oturur, sohbet eder, eğitilmelerine çalışırdı. Genellikle yoksul olan bu ilim severleri sofrasına çağırır; ya da hâli vakti yerinde olan sahabeye, onların maddî ihtiyaçlarını gidermeleri yolunda işarette bulunur, onların eğitim ve öğretimlerini her şeyin üstünde tutardı. Bu konuda ilgili şu olay oldukça dikkat çekicidir: Bir gün kendi öz kızı Hz. Fatıma ile amcasının oğlu, damadı ve ilk müslüman olanlardan biri olan Hz. Ali, onun yanına gelerek işlerinin ağırlığından ve çektikleri zahmetlerden bahsettiler. Onlar işten yaralanan ellerini gösterdiler. Medine’ye o sıralarda getirilmiş olan esirlerden kendilerine bir hizmetçi ve yardımcı verilmesini istiyorlardı. Örnek insan Peygamberimiz onlara şu ilginç cevabı verdi: “Size bir hizmetçi ayıramayacağım. Çünkü daha bütün güçleriyle öğrenim ve eğitime kendilerini verdiklerinden yoksulluk çeken ehl-i suffanın geçimlerini sağlayacak, karınlarını doyuracak bir nesne sağlayamadım. O esirleri satıp karşılıkları ile ehl-i suffayı geçindirmeyi düşünüyorum.”86 Esirlerin öğretim yolunda kullanılışına dair başka bir örnek daha vardır. Hicretin ikinci yılında yapılan Bedir savaşında bazı düşmanlar esir edilmişti. Bunların malî durumu elverişli olanlarından iki bin-dört bin dirhem arasında fidye-i necât alındı, yoksul olanları ise salıverildi. Okuma-yazma bilenlerinin ayrı bir şarta bağlandığını ve Medineli ensar çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğrettikleri takdirde azad edileceklerinin öne sürüldüğünü görüyoruz. Kur’ân-ı Kerîm’i toplama komisyonunun tanınmış üyesi Zeyd b. Sâbit’in de bu sırada okuma-yazma öğrenmiş olduğu kaynaklarda yazılıdır. İnen Kur’an âyetleri Hz. Peygamber’e, “Rabbim! Benim ilmimi artır.”87 diye dua eylemesini söylüyor, bilenlerle bilmeyenlerin Tanrı katında eşit tutulmayacağını bildiriyor. Kur’an, bilgili müslümanların Tanrı’ya daha iyi kulluk edebileceğini Allah’ın ilim verilmiş kulları yükselteceğini belirterek daima ilmi, öğrenimi teşvik ediyordu. Âl-i İmrân Sûresi, 104. ve 110. âyetlerde: “Siz insanlığın mutluluğu için ortaya çıkarılmış, iyiliği emreden, kötülüğü önleyen, Allah’a samimiyetle inanan, en hayırlı bir ümmetsiniz.” “Sizlerden, insanları hayra çağıracak iyiliği emredip kötülüğü önleyecek bir ümmet oluşsun ki felah bulacaklar işte öyleleridir.” diye ümmet-i Muhammed’e belirli bir görev, yani irşad görevi yükleniyordu. Bu yüzden onların, halkı irşat edecek din adamı olarak yetiştirilmesi gerekmekteydi. Yüce Peygamberimiz’in öğretim ve eğitime yönelmesi, ilme teşvik etmesi bu yüzdendi. Peygamberimiz bir gün dolaşırken bir mescide uğramış ve orada iki ayrı küme görmüştü. Bunlardan biri toplu halde dua niyaz etmekle meşguldü. Diğer küme ise ilim öğrenmekteydi. Dikkate değer bir davranıştır ki Efendimiz, ilimle meşgul olan bu ikinci kümenin arasına oturdu ve “Bir Peygamber olarak ben de bir öğretmen sayılırım.” buyurdu.88 Peygamberimiz’in hadisleri bir bütün olarak incelenirse görülür ki ilim tahsil etmek, kadın-erkek her müslümana emredilmiş ve bu ödevin önem derecesi “farîza” kelimesiyle anlatılmıştır. Farîza, “dince gerekli ve zorunlu bir görev” demek olur. O halde bir müslüman için namaz, oruç, zekât ve hac nasıl kesinlikle yapılması gereken bir görev ise ilim öğrenmek de öyledir. Bunun sebebini anlamak güç değildir. Çünkü ilim olmadan inanç konularının gereğince kavranması ve adı sayılan ibadetlerin bile usulüne uygun olarak yapılması kâbil olamaz. Hz. Peygamber’in eğitim siyaseti erkekler kadar kadınları da hedef alıyordu. Bizzat kendisi haftanın bir gününü kadınların öğretim ve eğitimine ayırmıştı. Zevcesi Hz. Hafsa, onun izni ve teşvikiyle akrabasından Şifâ binti Abdullah hatundan yazı yazmayı öğrenmişti. Diğer genç zevcesi Hz. Âişe ise ashâb-ı kirâmın başlıca bilginleri arasında sayılacak dereceye ulaşmıştır. Nitekim Urvet b. Zübeyr, “İlim ve fıkıhta, tarih, şiir, edebiyat ve tıpta, Hz. Âişe’den daha bilgili bir kimse görmedim.” diyor.89 Hz. Âişe, Peygamberimiz’den en çok hadis rivayet edenlerden biridir. Ashaptan çok kişiler kendisine gelir, mesele sorar ve danışırlardı. Bir kişi Mesrûk’a, “Hz. Âişe, ferâiz ilmini de bilir miydi?” diye sordu. Mesrûk: “Allah’a yemin ederim ki Muhammed’in (as.), yaşlı ve büyük sahabilerinin bile gelip ondan ferâiz sorduklarını gördüm.” diye cevap verdi.90 İslâm’da kadının ilim tahsili konusu, –o çağın başka ülkelerinde kadının durumu incelenirse görülür ki– zamana göre çok ileri bir anlayıştı. Zaten İslâm’ın kadına, çağının çok ilerisinde haklar ve hürriyetler tanıdığı Batılı araştırıcıların da kabul ettiği bir gerçektir. Misal olarak ticaret ve alış-veriş yapabilme, mal-mülk sahibi olma ve bunları dilediği gibi kullanabilme, miras alabilme, her türlü akit yapabilme haklarını gösterebiliriz. İslâm dini, ilim konusunda, sadece dinî alanlarda çalışılmasıyla yetinmez. Aksine ilmin her çeşidi ile meşgul olunmasını emir ve tavsiye eder. Müslümanları, yeri, gökleri, yıldızları, gece-gündüz değişimini, rüzgâr ve yağmurları, bitkilerin yeşerip sararmasını, insan yavrusunun oluşumunu gözlemeye yöneltir. Askerlik için gerekli alet ve vasıtaların hazırlanmasını, çocuklara ata binme, ok atma ve yüzmenin öğretilmesini ister. Çalışmayı ve sanatı teşvik eder. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı öğütleyişi eşsiz bir dengelenmedir. Bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: “Her kim dünyaya ait maddî bir kazanç sağlamak isterse ilme sarılsın, bunun gibi âhiretini kazanmak isteyen de ilme sarılsın ve bilsin ki âhiret de ancak ilim ile kazanılabilir.” İslâm fıkhına göre toplum hayatı ve müslümanların gelişmesi için gereken ya da onları korumaya ve onlara hizmet etmeye yarayan bazı ilimleri öğrenmek, –dinî yönden– bir farz-ı kifâyedir. Bu şu anlama gelir: Bir İslâm toplumunda, eğer böyle bir ilimle, mesela tıp ya da matematikle ilgilenen kimse bulunmasa o toplumdaki herkes, bu ihmalkârlıktan dolayı mânevî sorumluluk altına girer ve günah işlemiş olurlar. Demek ki müslümanların her cins ilimle uğraşmaları gerekli ve aralarında dikkatli bir iş bölümü yapmaları din yönünden zorunludur. Bu anlayış dolayısıyladır ki halife Hz. Ömer’in, eyalet valilerine gönderdiği bir emirnâmede şu tavsiyeler yer alıyordu: “Çocuklarınıza yüzmeyi, biniciliği, nişancılığı, güzel konuşma ve hitabeti, şiiri öğretiniz.”91 Dördüncü halife Hz. Ali’nin de çocukların, babaların devrine göre değil istikbale göre yetiştirilmesini tavsiye ettiği meşhurdur. İslâm’da öğrenmek için her zahmete katlanılır. İlim Çin’de bile olsa öğrenmeye gidilmesi istenir. Bu yüzden tahsil uğruna kendi öz yurdunu terk edip uzak diyarlara giden ilimseverlere ve böyle gezerek ilim malzemesi toplayan bilginlere daima rastlanmıştır. Çünkü ilim, –Hz. Peygamber’in ifadesiyle– mü’minin düşürdüğü ya da kaybettiği öz malı gibidir, onu nerede bulursa sahip çıkar, alır. Şu kadar var ki ilim ve eğitim konularının değeri ve önceliği söz konusu olunca İslâm’ın en çok Allah’ı yanlışsız ve gereği gibi tanımaya, bundan sonra da ahlâkın temeli olan nefis terbiyesine önem verdiği görülür. Nitekim Nisâ sûresi, 48. ve 116. âyetlerinde Allah’ın her günahı bağışlayabileceği ama kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceği kesinlikle belirtilmektedir. Çünkü insanoğlu dünyada, her şeyden önce Tanrı’yı bulma ve tanıma ile görevlidir. Bir gün Peygamberimiz’e, hangi amelin, yani iş ve eylemin, Tanrı katında daha üstün ve sevgili olduğu soruldu. O, “Aziz ve celil olan Allah’ı bilmek ve tanımak!” diye karşılık verdi. Yine hangi bilgiyi kastettiği soruldu, “Yüce Allah’ı bilmeyi kastediyorum.” buyurdu. Bu kez, “Ey Allah’ın elçisi! Biz yapılması gereken amel ve işi soruyoruz, siz ise ‘bilmek’ diye karşılık veriyorsunuz.” dediler. O zaman buyurdu ki: “Allah’ı bilerek şuurla yapılacak az bir amel yarar sağlar ama Allah’ı tanımadan cahil ve gafil olarak işlenen çok amelin bile kişiye bir faydası dokunmaz.”92 Bu değerli ve kutlu bilgiye ermiş kimselere din ve tasavvuf dilinde “arif” adı verilir. Birçok hadislerde övülen alimler, aslında bu ariflerdir ve bu inceliği gözden uzak tutmamak âyet ve hadisleri doğru anlayabilmek için şarttır. “Alimler peygamberlerin gerçek vârisleridir.”93 “Alimin diğer insanlara üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.”94 “Alimin uykusu bile cahilin ibadetlerinden daha değerlidir.”95 “Alimlerin mürekkepleri, kıyamet günü şehitlerin kanıyla tartılacak ve daha ağır gelecektir.”96 gibi hadislerde durum hep böyledir. Nefis terbiyesine gelince bu İslâm’da en başta gelen bir amaçtır. İnsanın dünya ve âhiret mutluluğu buna bağlıdır. Nitekim Şems sûresi, 9-10. âyetlerinde nefsini, yani içlerini temizleyenlerin felah bulacakları; tersine onu kötülüklere batıranların ise büyük zararlara uğrayacakları belirtiliyor. Bir kimsenin, nefsinin kötü yönelimlerine karşı çıkıp onlarla savaşması, cephede düşmanla harbetmesinden daha değerlidir. Peygamberimiz bir kez, savaştan dönen bir askeri birliğe: “Hoş geldiniz! Küçük cihaddan dönüp büyük cihada yani -kişinin kendi nefsinin kötü arzularıyla savaşmasına- gelmiş bulunuyorsunuz.” diyerek nefis mücahedesinin önemine işaret etmişti.97 Çünkü güzel ahlâkın temeli ve başlıca kaynağı bu vicdan eğitimidir. Ahlâk ise dinin en büyük amaçlarından biridir. Peygamberimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”98 diyerek bunu belirtmektedir. Buraya kadar İslâm’da, insanları ilme, öğrenmeye, her tür eğitim ve özellikle vicdan terbiyesi ve ahlâka olağanüstü bir biçimde teşvik eden bazı âyet ve hadisleri, dinimizin hükümlerini, dilim döndüğünce belirtmeye çalıştım. Bunların etki ve sonucunun ne olduğunu, daha sonra İslâm’ın mucizevî gelişmesi, kurduğu parlak uygarlık açıklıkla göstermektedir. İnancımızdaki bu eşsiz güçleri, günümüzde yine işler hâle dönüştürmeli; bilgi, öğretim ve eğitim alanlarında, fert ve toplum olarak iman ve sevgiyle yeni atılımlara yönelmeliyiz. Bu yolda başarılar, mutluluklar! * Dipnotlar 1. Buhârî, “Farzu’l-humus”, 6; “Nafakât”, 6; “Deavât”, 11; Müslim, “Zikir”, 80; Ebû Dâvûd, “Harâc”, 20, hadis no: 2988; “Edeb”, 100, hadis no: 5062; Tirmizî, “Deavât”, 24, hadis no: 3408, 3409; Nesâî, “Nikâh”, 81, hadis no: 3382; İbni Mâce, “Zühd”, 11, hadis no: 4152; Ahmed b. Hanbel, I, 80, 95-96, 106–107, 123, hadis no: 604; 740, 838, 996; Dârimi, “İsti’zân”, 52, hadis no: 2688. 2. 20/Tâhâ, 114. 3. İbni Mâce, “Mukaddime”, 17, hadis no: 229; Tayâlisî, s. 298, hadis no: 2251; Dârimi, “Mukaddime”, 32, hadis no: 349; Bezzâr, VI, 428, hadis no: 2458. 4. Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXIII, 182, hadis no: 294. 5. İbni Ebû Şeybe, VI, 239, hadis no: 31037; Dârimi, “Ferâiz”, 1, hadis no: 2859; Saîd b. Mansûr, I, 96, hadis no: 287; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, XXIII, 181, hadis no: 291; Hâkim, IV, 12, hadis no: 6736; Heysemî, Mecma’uz-zevâid, X, 388. 6. Ebû Râfi radıyallâhu enh’den nakledilen hadis için bk. Ebû Nu’aym, Hılyetü’l-evliyâ, I, 184; Beyhakî, Şu’abü’l-îmân VI, 401, hadis no: 8665; a.mlf., es-Sünenü’l-kübrâ, X, 15. 7. Enes radıyallahü anh’den nakledilen hadis için bk. Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, 267; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadis no: 1240; Münâvî, Feyzu’l-kadîr, II, 27. 8. Bu hadis Ebu’d-Derdâ radıyallahu anh’den nakledilen uzun bir metnin içinde verilmiştir. Bk. Buhârî, “İlim”, 10; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1, hadis no: 3641; Tirmizî, “İlim”, 19, hadis no: 2682; İbni Mâce, “İftitâh”, 17, hadis no: 223; Ahmed b. Hanbel, V, 196, hadis no: 21763; Dârimî, “Mukaddime”, 32, hadis no: 342; İbni Hibbân, I, 289, hadis no: 88. 9. Tirmizî, “İlim”, 19, hadis no: 2682; Ebû Dâvûd, “İlim”, 1, hadis no: 3641; İbni Mâce, “İftitâh”, 17, hadis no: 223. 10. Bk. Ebû Nuaym, Hılyetü’l-evliyâ, IV, 385; Deylemî, IV, 247, hadis no: 6732; Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, hadis no: 9294; Münâvî, Feyzu’l-kadîr, VI, 291. Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 1837. 11. Nu’mân b. Bişr’den nakledilen rivâyet için bk. Cürcânî, Târîhu Cürcân, s. 91, hadis no: 52; s. 222, hadis no: 355. Ali el-Muttaki İbni Abbas’tan nakledilen rivâyeti İbnü’n-Neccar’a nispet eder. Bk. Kenzü’l-ummâl, X, 309, hadis no: 28899. Amr b. el-Âs’tan nakledilen hadis için bk. İbnü’l-Cevzî, el-Ilelü’l-mütenâhiye, I, 79-80, hadis no:82. Aclûnî de hadisi Hatîb el-Bağdâdî’ye nispet etmiştir. Bk. Keşfü’l-hafâ, hadis no: 2276, 3281. 12. Câbir b. Abdullah radıyallâhü anhümâ’dan nakledilmiştir: Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir gazvesinden geldi ve o (savaştan dönenlere) şöyle buyurdu: 13. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den nakledilen hadis için bk. Mâlik, “Hüsnü’l-hulk”, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 381, hadis no: 8939; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 104, hadis no: 273; Hâkim, II, 670, hadis no: 4221; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 192, hadis no: 1165; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 191. 14. Ebû Hüreyre radıyallâhu anh’den nakledilen hadis için bk. Mâlik, “Hüsnü’l-hulk”, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 381, hadis no: 8939; Buhârî, el-Edebü’l-müfred, s. 104, hadis no: 273; Hâkim, II, 670, hadis no: 4221; Kudâ’î, Müsnedü’ş-Şihâb, II, 192, hadis no: 1165; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 191.
Posted on: Sat, 09 Nov 2013 08:42:09 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015