Evlad-ı Fatihan Yurdu: Rumeli Muzaffer Taşyürek | Temmuz 1999 - TopicsExpress



          

Evlad-ı Fatihan Yurdu: Rumeli Muzaffer Taşyürek | Temmuz 1999 | DİĞER YAZILAR Osmanlılar, Rumeli’ye 1356’da geçtiler. Halkı tamamen Hıristiyan olan bu toprakları nüfuzları altına almak için başlattıkları bu harekete tarihimizde “Rumeli’ye mürur” adı verilir. Türk tarihinin en büyük vakalarından biri olan bu hadise ile, “Hilal” Balkanlarda hakim olmaya başlamıştır. Artık coğrafi sınırlarımızın dışında kalmış; fakat tarihi, sosyal ve kültürel dokusu ile bizden olan Balkanların bugünkü Müslüman sakinleri, Evlad-ı Fatihan torunları, Osmanlı çınarının Avrupa içlerine uzanan dallarıdır. Anadolu Türkü ne kadar Osmanlı ise Balkan Türkleri ve Müslümanları da en az o kadar Osmanlıdır. Coğrafi sınırların daralması bu gerçeği değiştirmez. Geçmişi tahlil etmek, dünün ve bugünün muhasebesini yapmak, güzel, müreffeh, barış dolu ve huzurlu yarınlara daha güçlü adımlarla yürümemizi sağlar. Şurası bir gerçek: Osmanlı, nesebi sahih, ataları, mazisi, soyu ve dini belli bir milletin kurduğu ve tarihte 600 yıl hükümran olmuş bir devletti. Bugün, 23 milyon kilometrekarelik bir alana hükmetmiş imparatorluğun varisleri olarak, 800 bin kilometrekareyi bile bulmayan bir coğrafya parçasında, dünyaya sırtımızı dönüp, çevremizde olup bitene kayıtsız kalırsak, eski vatan topraklarında bıraktığımız milyonlarca Osmanlı ahfadı, evlad-ı fatihanın başlarına gelenlere bigane kalmamızın hesabını, tarih bizlerden soracaktır. Kimdir Evlad-ı Fatihan? Tarih kitaplarımızda ve yerli ansiklopedilerimizde rastladınız mı bu kavrama? Larousse; “Osmanlı İmparatorluğunda XVII. yy. sonlarına doğru Rumeli’deki Yörükler’den meydana getirilen askeri teşkilat” derken, Britannica; “Osmanlı Devleti’nde Rumeli fatihlerinin çocuklarına ve Rumeli’ye sonradan yerleştirilenlere verilen ad. Çoğu Konya, Karaman dolaylarından olduğu için bunlara ‘Konyar’ da denirdi.” diyor. Yani öz be öz Müslüman Anadolu Türkü, Ahmet Yesevi Hazretleri’nin Sakarya ve Kızılırmak boylarına düşen asasını Tuna boylarına taşıyan insanlar. Anadolu’yu Türkleştiren ve İslamlaştıran Alperenlerin, fütüvvet ehlinin çocukları. 14. asırda Rumeli fetihlerinde komutan ve asker olarak görev alan kişilere ayrıcalıklar tanındığı gibi, çocuklarına ve torunlarına da benzeri ayrıcalıklar verildi. 19. yy. başlarına değin örgütlerini ve konumlarını koruyabilen “Evlad-ı Fatihan”, 1845’te tarihi misyonunu tamamen kaybetti. Ama onların soyları, aileleri, torunları, kültür ve izleriyle günümüze kadar hayatlarını sürdürmeyi başardılar. Bugün Balkanlar’da akan kan ve gözyaşı onlara aittir. Sırplar ve diğer ehl-i salip tarihi bir hesaplaşma içerisinde Osmanlı’nın misyonuna saldırmakta, Osmanlı’nın izlerini ve köklerini bu topraklardan kazımaya çalışmaktadırlar. Rumeli bizimdir. Rumeli, Anadolu kadar bizimdir. Bizim izlerimizi taşımaktadır. Türk Tarih Kurumu’nun 1976-1977 yıllarında yapmış olduğu araştırmalarda Yugoslavya’daki Türk eserlerinin sayısı 6941 olarak tespit edilmiştir. Tabii ki bu sayı, hiç bir zaman kesin değildir. En az bu kadar demek daha doğru olabilir. Bu verilen rakamlar içinde Kosova muhtar bölgesinin 359 eseri de yer almaktadır. Bu eserlerin ancak 70’ten fazlası bugün ayakta kalabilmiştir. Bu sayılanlar sadece Kosova’da tespit edilenler. Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Makedonya ve Yunanistan’da bulunanlar da Türk’ün Rumeli’deki hükümranlığını ve tarihini tescil etmektedir. Osmanlı sadece silah gücü ile fetihler yapmadı. Gönülleri de feth etti. Osmanlı ordusu Viyana’ya doğru ilerlerken şairin deyişi ile “ardına çil çil kubbeler serpiyordu”. Evlad-ı fatihanı en güzel, şairler tarif ediyor: Nerde o yiğitler ki, gür / Sesleri ülkeyi bürür, “Yürü” dese dağlar yürür / “Dur” dese, kalpler dururdu. Onlar, İlay-ı Kelimetullah için yürüyen, Anadolu gibi Rumeli’yi de yurt edinen insanlardı. Rumeli’deki çil çil kubbeler, mücahit gazilerin miğferleri gibi beldeleri süslüyor. Şanla, zaferle yürüyen ordunun mızraklarını hatırlatan minareler, gerilmiş yay gibi kıvrılan kemerler, köprüler, binlerce yapı, sadece paranın, ekonominin, bilek gücünün, orduların eseri değildi. Arif Nihat’ın dediği gibi: Dün, başlar seferber, eller seferber; / Kurşun eritildi, mermer çekildi. Bunlar; bu kubbeler, bu minareler, / Akçayla olacak şeyler değildi. Bugün sahip çıkamadığımız bir Rumeli ve ehl-i salip’in insafına, merhametine terk ettiğimiz evlad-ı fatihan torunlarının “Türkiye, Türkiye” diye feryat etmeleri boşuna değildir. Onlar Anadolu’daki kardeşlerini tarihi bir göreve davet ederken, kanlı gözyaşlarıyla, ellerini Anavatana uzatırken, ak saçlı ninelerin, ak sakallı dedelerin, minicik yavruların bedenleri yollarda, muhacir kamplarında cansız bir şekilde toprağa serilir, namuslar pay-ı mal edilip, kitle katliamları yapılırken, bu zulme karşı, isyan halindeki yüreklerinde belki de şunları seslendiriyorlardır: “Hani, nerede o kasırga oğulları, o kanatlı süvariler, şimşek gibi kılıç çalan, cenk eden muzaffer gaziler ordusu? Hani, nerede mızrakları yürüyen bir orman, atlarının yelelerinde fırtınalar kopan, nara sesleri, tekbirleri, at kişnemelerine karışan, adaletin ve Hak yolunun mücahitleri?” Başımızı kuma gömüp hakikatleri görmezden gelerek; bilmem nerenin toprak bütünlüğü, barış, uluslararası saygı ve uzlaşma diyerek; Balkanların bağrında uyuyan milyonlarca şehidimizin ruhlarını muazzep etmekten ve onların torunlarını incitmekten başka bir şey yapmış olmayız. Bugün evlad-ı fatihan ve torunlarının mezar taşları, kabirleri, tekkeleri, zaviyeleri, namazgahları, minberleri, mihrapları, minareleri, çeşmeleri, köprüleri, bombalarla yerle bir edilerek tarihten kazınmaya çalışılıyor. Üstü kadar altı da bizim olan, bizim izlerimizi taşıyan ecdad yadigarı bu emanetlerin ve insanların haklarının korunması, dünya milletleri içerisinde herkesten önce bizlere düşer ve bu görev tarihi bir borçtur. Tuna yatağından akan, su değil bir tarihtir: Bizim tarihimiz… Biz Estergon’u görmedik, gözlerimizle kucaklayamadık. Ellerimizle taşına toprağına dokunamadık, ama biliriz ki Estergon, Erzurum kadar, Sivas, Malatya, Denizli kadar bizimdir. “Meşhed-i Hüdavendigar” Kosova! Sen Sultan Murat’ımızın şehidgâhısın! Onun ve nice mücahid gazinin kanlarıyla sulandın. Sende açan çiçekler ecdadımızın kanından almıştır rengini! Şehitlerimizi bağrına bastığın gibi biz de seni sinemize gömmüşüz. Sinemizi de mısralara: O zaferleri getiren atların / Nalları altındanmış Gidişleri akına / Gelişleri akındanmış. Semalarında uçan kartallar gibi kartal kanatlı akıncılarımın atlarını suladığı çeşmeler, ruhunu dinlediği tekkeler, alnını toprağa sürerek arşa yükseldiği namazgahlar, senin bize ait olduğunu söylüyor. Baksana şu isimlere: Şeyh Hasan Kafi Camisi ve Tekkesi, Alay Beyi Malkoç Bey Camisi, Ayvaz Dede Türbesi, Ferhat Paşa Camisi, Bayraktar Türbesi, Fethiye Camisi, Halveti Tekkesi, Sinan Bey Camisi, Gazi Hüsrev Bey Medresesi, Bursa Bedesteni, Seyyid Abdulkadir Bedesteni, Kurşunlu Han, Davut Paşa Hamamı… Türk ismiyle anılan daha nice köprü, çeşme, han, hamam, kule ve kaleler senin bizden olduğunu söylüyor! Arnavutluk, Makedonya, Romanya, Eflak ve Bosna’da yüzlerce, binlerce silinmez mühür bize ait değil mi? Ki bu eserlerin yüzlercesi tahrip edilmiş, amacının dışında kullanılır hale getirilmiş. Kimisi turistik tesis ve lokanta. Kimisi disko, bar ve eğlence yeri olmuş. Bir kısmı müze, bir kısmı sanat ve kültür evine çevrilerek mazlum ve mahzun bir hale getirilmiş. Rumeli fatihlerini özlüyor; “Ardına bakmadan yollara düşen / Şimşek olup çakan, sel olup coşan; Huduttan hududa yol bulup koşan, / Cepheden cepheyi soranlar”ı bekliyor. Osmanlı bir destandı. Evlad-ı fatihan bu destanın bir mısrası… Horasan, Anadolu, Yemen elleri, Mısır, Afrika, denizler, okyanuslar, bu destanın beyitleri, Rumeli ve Anadolu bu destanı seslendiren insanların beşiği idi. Beyaz atına binmiş bir Osmanlı yiğidi, Rumeli’yi şimşek hızıyla geçip, Niğbolu önlerinde “Bre doğan! Bre Doğan!” diye seslendiğinde Rumeli kral ve prensleri yıldırımla vurulmuşa dönüyorlar, Abbasi halifesi, haçlı ordularını kılıcının önünde diz çöktüren ve Rumeli’yi İslam diyarı yapan bu gazi sultana “Sultan-ı İklim-i Rum” ünvanı veriyordu. Çan sesleri susmuş, dünya mehterin kös seslerini dinliyordu. Avrupa’nın her şehri gaziler için “su başı durak” olmuştu. Üsküp, Manastır, Tırhala, Bosna-saray, Niş, Zenica, Banyaluka, Estergon, Niğbolu, Sofya, Belgrad, daha yüzlerce şehir ve kasabada bizim türkülerimiz, bizim ninnilerimiz söylenir… Peşte’de, Ruscuk’ta, Silistre’de, Plevne’de, Yaş’ta, Ziştovi’de, Mohaç’ta, Purut’ta bulunan kabir taşlarında “Huve’l-Baki ….. Bey Ruhuna fatiha” diye benim ecdadım dua bekler de; garip kalmış mihraplardaki sülüs, kûfi, nesih, reyhani hatlarda “Ya Allah”, “Ya Muhammed”, “La ilahe illallah” yazıları; çeşmelerde “Sahibü’l-hayrat ve’l-hasenat”; kapıların, pencerelerin üzerlerinde “Selamün kavlen… ve selamün aleyküm” yazıları benim mesajımı taşır da, o toprak nasıl bizim olmaz? Biz nasıl o toprakların sancısını çekmez, o topraklarda kalmış kardeşlerimizin acısına ortak olmayız?.. O topraklar bizim olmasına bizimdi ama yüzyıllar önce sazını böğrüne vuran aşığın şu sözleri de acı bir gerçek; Estergon Kalesi su başı hisar Baykuşlar çağrışır bülbüller susar Kafir bayrağını burcuna asar. Akma Tuna akma, ben bir dertliyim Yar peşinde koşar kara bahtlıyım.
Posted on: Tue, 22 Oct 2013 17:04:39 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015