“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed - TopicsExpress



          

“Gel ey gönül! Hakîkî bayram, Cenâb-ı Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e vuslattır. Çünkü cihânın aydınlığı, O mübârek varlığın cemâlinin nûrundandır.” (c.6, 1861) Ezelde yalnız kendisi var olan Cenâb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrâkleri seviyesinde bilinmeyi (mârifetullâhı) ve bunun bir netîcesi olarak ibâdetlerle kullarının seviye kazanarak kendisine daha yakın olmalarını murâd ettiği için bu cihânı yaratmıştır. Bu yaratılışta ilk vücud bulan “Nûr-i Muhammedî”dir. Bu hususta Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Âdem, rûh ile cesed arasında iken ben nebî idim.” (Tirmîzî, Menâkıb, 1) buyurmuştur. Öyleyse Peygamber -aleyhissalâtu vesselâm-’ın aslî cevheri olan nûr-i Muhammedî; yaratılışta ilk olmasına mukâbil, beden giydirilerek nebî ve rasûl sıfatıyla bütün bir insanlığa rahmet olarak gönderilişi ile de en sondur. Peygamberlik takvimi, varlığın ilki olan “Nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da “Cismâniyet-i Muhammedî” ile tamamlanıp kemâle erdirilmiştir. Nûr-i Muhammedî, “Hakikat-i Muhammediye”nin özü, aslı ve mayasıdır. Nasıl değerli bir mücevher, çıplak bir sûrette takdim olunmaz ve birtakım nâdide ambalajlarla zarif mahfazalar içine konursa, bütün varlıklar da “Nûr-i Muhammedî” karşısında o mevkîdedir. Onun izzet-i hakkı için yaratılmıştır. Buna göre varlığın ilk sebebi, Cenâb-ı Hakk’ın bizzat kendi varlığı; ikinci sebebi ise “Nûr-i Muhammedî”yi sâir varlıklar ile zarflandırmak ve süslemek gereğidir. Nitekim, diğer bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Âdem -aleyhisselâm-, cennetten çıkartılmasına sebep olan zelleyi işlediğinde, hatâsını anlayıp: “–Yâ Rabbî! Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkı için, Sen’den beni bağışlamanı istiyorum.” dedi. Allâh Teâlâ: “–Ey Âdem! Henüz yaratmadığım hâlde Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i sen nereden bildin?” buyurdu. Âdem -aleyhisselâm-: “–Yâ Rabbî! Sen beni yaratıp bana rûhundan üflediğinde, başımı kaldırdım, arşın sütunları üzerinde “Lâ ilâhe illâllâh, Muhammedü’r-Rasûlullâh” cümlesinin yazılı olduğunu görünce anladım ki, Sen, zâtının ismine, ancak yaratılmışların en sevimlisini izâfe edersin!” dedi. Bunun üzerine Allâh Teâlâ: “–Doğru söyledin ey Âdem! Hakîkaten o, Bana göre mahlûkâtın en sevimlisidir. Onun hakkı için Bana duâ et. (Mâdem ki duâ ettin), Ben de seni bağışladım. Şâyet Muhammed -sallallâhu aleyhi ve sellem- olmasaydı seni yaratmazdım!” buyurdu.” (Hâkim, Müstedrek, II, 672; Beyhakî, Delâil, V, 488-489) Muhabbet, insanda kalbin varlığının ilk alâmetidir. Bu hâlin kemâli ise en lâyıkına, yani muhabbetin hâlıkı, Allâh Teâlâ ve O’nun sevgili Rasûlü’ne duyulan muhabbettir. Mesnevî: “Ey oğul! Bütün dünyâyı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki, bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhûr etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazîneydi. Marifetine muhabbet etti. Böylece o hazîne, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazîneyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline getirdi.” (c.1, 2860-2863) Allâh, zaman ve mekândan münezzehtir. O, zamansız ve mekânsız bir âlemde, zâtî hakîkati sadece Kendisine mâlum bir sûrette mevcuttur.6 Cenâb-ı Hakk’ın bu mevcûdiyeti mutlak, diğer yaratılan bütün varlıkların vücûdu ise, izâfîdir. Buna göre ezelde yalnız Kendi var olan ve var olmak için başka bir var ediciye muhtaç bulunmayan Cenâb-ı Hak, insanlar ve cinlerin idrakleri seviyesinde bilinmeyi ve bu bilginin doğurduğu vicdânî bir zarûretle ibâdetlerle tekrîm olmayı murad eylediğinden, “âlem-i kesret” (çokluk âlemi) denilen bu cihânı yaratmıştır. Bu gerçek, yani “Ben, gizli bir hazineydim…” (İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî) sûretindeki hadis-i kudsî ile bildirilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, içinde yaşadığımız âlemin varlık sebebi ve hikmetini kavramak ve o hikmeti gerçekleştirmeye yönelmek üzere, bütün insanlık için en temel bir hayat düstûrudur. Mesnevî: “Bil ki, içi ilâhî aşk ve muhabbetle dolu olmayan insan, ne kadar zavallıdır; belki hayvandan daha aşağıdır. Zîrâ Ashâb-ı Kehf’in köpeği dahî aşk ehlini aradı, buldu, rûhânî bir safâya erişti ve o has kullarda fânî olarak cenneti kazandı.” (c.2, 1425; 1428) Ashâb-ı Kehf, Kur’ân’da anlatılan mü’min ve muvahhid gençlerden oluşan küçük bir topluluktur. Bu gençler, içlerinde bulundukları toplumun küfür, fesad ve zulmünden uzaklaşarak, îmânları istikâmetinde yaşamaya gayret etmişler ve bu îmânlarını açıklamaktan çekinmemişlerdir. Ancak o zâlim topluluk arasında can emniyetleri kalmadığı için yaşadıkları şehri terk ederek, bir mağaraya sığınmışlardır. Yolda, bir köpek (Kıtmîr) de onlara katılmış ve mağarada kendilerine bekçilik yapmıştır. Bu îmânlı gençleri takip eden ülkenin kralı Dakyanus ve askerleri, mağaranın ağzına kadar gelmiş, fakat onları kılıçtan geçirmek yerine mağaranın giriş bölümünü taşlarla kapatarak, onları, bu hâl üzre ölüme terk etmiştir. Aradan üçyüz küsur yıl geçmiş, mağaradaki bu gençler Allâh’ın bir lütfu olarak bu süre boyunca uyuyakalmışlar ve nihayet uyanmışlardı. Hazret-i Mevlânâ, bu îmânlı gençler hakkında Kur’ân-ı Kerîm’de nakledilen (el-Kehf, 9-22. âyet-i kerîmeler) kıssada, Kıtmîr’in hâline dikkat çekerek; gerçek îmân ve aşk ehilleri ile beraberliğin, bir köpeği dahî, “cennet ehli” olmaya kadar varacak bir safâya eriştireceğini bildiriyor. Böyle kimselerle beraberliğin, bir köpeğe bile hayal ötesi bir nimetin takdir edilmesini zikrederek bizi, onun yerinde bulunabilecek bir insan için, nasıl büyük nimetler takdir edileceğini düşünmeye sevk ediyor. Bu sûretle, sâdıklarla ve sâlihlerle beraber olmamızdaki berekete işaret ederek bizleri bu yolda yürümeye teşvik ediyor. Esasen Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de “…Sâdıklarla beraber olunuz.” (et-Tevbe, 119) buyurduğundan bu keyfiyet, aynı zamanda Kur’ânî bir irşaddır. Nitekim Peygamber Efendimiz, cennette hayvanlar bulunmayacağı hâlde Kıtmîr’in ve fârikalarından dolayı birkaç hayvanın cennete girmeyi hak ettiğini haber vermiştir. Mesnevî:“Muhabbet, bulanık suları berraklaştırır. Gerçek muhabbet, ölü kalbleri diriltir; pâdişâhları bile kul-köle eyler!..” (c.2, 1530-1531) Mevlânâ’nın muhabbet için, “Bulanık suları berraklaştırır.” buyurması, aşk ve muhabbetin, insan hayatındaki feyizli netîcelerine işarettir. Hakîkaten muhabbet tahakkuk edince zahmet, rahmete inkılap eder; güçlükler kolaylığa dönüşür. Bir kimse aşkla yöneldiği bir yolda, karşılaştığı güçlükleri aşmak için muhabbet sâyesinde bir kudret, liyâkat ve dirâyet kazanır. Ferdî ve tabiî hayatta bile karşılaşılan zorluklar, yaptığı işi seven insanlar için, muhabbetinin gücü nisbetinde yok olur veya küçülür, ehemmiyetsizleşir. Nitekim ashâb-ı kirâm, İslâm dinine bağlılıkları, Allâh’a ve Peygamber Efendimize muhabbetleri sebebiyle, bu yüce dinin tebliği için Çin, Semerkand ve İstanbul gibi uzak diyarlara zorlu, çetin ve çileli seferler yapmışlar, ama bu onları yormamıştır. Zîrâ sînelerinde taşıdıkları risâlet nûrunun izleri ve îmân aşkı, bu uzun ve meşakkatli seferlerde çektikleri çileleri kendileri için âdeta bir lezzet hâline getirmişti. Ferhat’a da dağları delmek; mecâzî ve fânî aşkı sayesinde kolaylaşmış ve o, bu güç işin üstesinden zevkle gelmişti. Muhabbet, yöneldiği varlığın sevilmeye liyâkati ölçüsünde şiddetli olur. Bu bakımdan muhabbetlerin en ulvî ve en feyizlisi, “muhabbetullâh”tır, yani kulun Rabbine karşı olan sevgi ve aşkıdır. Çünkü ondan başka büyük bir aşk ile yönelmeye lâyık hiç bir varlık yoktur ve olamaz. Zîrâ muhabbetin hâlıkı, O’dur. Nitekim âyet-i kerîmede mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri anlatılırken: “…Mü’minlerin Allâh’a olan muhabbetleri ise herşeyden daha ileri ve daha kuvvetlidir…” (el-Bakara, 165) buyrulmaktadır. İnsanlar en büyük bedeli, aşk sebebiyle öderler. Ferhat’a Şirin için dağları delmek; Mecnûn’a Leylâ uğruna çöllerde yaşamak kolay gelmiştir. “Mecâzî aşk” dediğimiz bu gibi sevgilerin, insanları aşkları uğrunda hayat fedâ etme derecesinde dehşetli bir diğergâmlığa sevk edebildiği düşünülürse, “ilâhî aşk” yolunda, binlerce kere can fedâ etmek bile az kalır. Seven, sevilen yolunda, sevdiği nisbette kendi benliğinden fedâkârlık etmeye ve bazen de tamamen vazgeçmeye meyil duyar. Bu sebeple ashâb-ı kiram, canını-malını Allâh ve Rasûlü’nün yoluna fedâ hâlinde yaşamışlar, bu hâli canlarına minnet bilmişlerdir. Nitekim Hazret-i Peygamberin en ufak bir arzusuna, yürekten “Anam, babam, malım ve canım sana fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü!” diye karşılık vermişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed’in askerleri de “Elbette İstanbul fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” (Ahmed bin Hanbel, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300) hadîs-i şerîfinin şümûlüne girebilmenin canhıraş mücadelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îmân vecd ve heyecanı içinde: “–Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı. Yukarıdaki misallerde de geçtiği üzere beşerî aşklar için yapılan fedâkârlıklar hatırlanırsa; insandaki sevme meylinin zirvesi olan aşk hâlinin, Allâh ve Rasûlü’ne müteveccih bulunmasının, mü’mini, yani bir Hak âşığını ne hâle getireceği hesab edilmelidir. O hâl, kendi fânîliğini tüketmek, gerçek kulluğa ulaşmak, yani Allâh karşısında yok olup hiçliğini idrak ederek kullukta zirveye ulaşmak demektir. Rûhâniyet iklîmlerinde, ilâhî menbâdan feyizlenen muhabbetler, binbir râyiha ile meltemlenen cennet bahçelerinin çiçekleri gibidir. Onun, zaman zaman yaprakları dökülse, çiçekleri solsa bile, o, yine baharların tebessümü ile feyz ü bereket ve neşv ü nemâ bulur. Ancak lâyıkını bulamayan muhabbetler ise, fânî hayâtın hazin israflarıdır. Mübtezel ve bayağı menfaatlerin kıskacında kalan muhabbetler, kaldırım kenarlarında açan çiçeklere benzer ki, er-geç çiğnenmeye ve mahvolmaya mahkûmdur. Sokağa düşürülmüş bir pırlanta, ne kadar tâlihsizdir! Liyâkatsiz bir gönle dûçâr olmak, ne hazin bir yıkımdır! Mesnevî: “Cesedi yakmadan, ilâhî aşk ve muhabbet lezzetlerine vâsıl olmak mümkün değildir.” (c.1, 22) Yukarıdaki beyit dolayısıyla ifâde ettiğimiz gibi kul, yaratıcısına muhabbetle yöneldiği ve bu muhabbet, aşk derecesine yükseltilebildiği takdirde, fânî varlık ve ona bağlı bütün imkânlar gözden düşer, ehemmiyetini kaybeder. Ortada “ben” ve “sen” kalmaz. Benlik gider, fânî varlık Allâh’a ait senlikle ihyâ olur. Bu gerçeği tersinden ifâde etmek istersek, kalbi, dünya ve onun nimetlerinden ve bunlara ait muhabbetten kurtarmadıkça, dünyamızda ilâhî aşkın şimşeği asla çakmaz; ilâhî lutuflar perdelenir. Muhabbetullâh, kalbi dünya muhabbetinden temizlemedikçe tam olarak gerçekleşmez. Mevlânâ Hazretleri buyurmuşlardır ki: “Rüzgar ve topraktan korkan damla gibi olma! Zîrâ bu ikisi, damlacığı helâk eder: Rüzgar onu kurutur, toprak da emer! Fakat o damla denize sıçrayabilse, güneşin hararetinden de kurtulur, rüzgârdan ve topraktan da… O damlanın görünen varlığı denizde yok olur, ama zâtı ve hakîkati, daimî bir şekilde o denizin bir cüz’ü olarak kalır! Fânî bir varlık, kendisini bâkî bir varlığa teslim edince, o da bâkî ve ölümsüz olur! Ey varlık âlemine nisbetle bir damla mesabesinde olan kişi!… Kendine gel de, pişman olmadan gerçek saâdete nâil olabilmek için varlığını Hakk’a ver! Ver de; bir damlacık canına karşılık denize kavuş, o uçsuz bucaksız deniz ol! Kendine gel; varlığını bu yüceliğe fedâ et, denizin avucuna gir de nefsin dehlizlerinde telef olmaktan kurtul!” Mesnevî: “Aşk, muhabbet, dostluk gibi hususların cümlesi vefâya bağlıdırlar ve dâimâ vefâlı olan kimseyi ararlar. Onlar, vefâsız bir gönle aslâ yaklaşmazlar.” (c.5, 1165) Vefâ, insandaki istikrar hâlinin bir netîcesidir. Mayıs böcekleri gibi yanıp sönen muhabbetlerle bir yere varılmaz. Ruhunda istikrar meyli olan insandır ki, bir defa ilâhî aşkın lezzetinden haberdâr olunca, o yoldan dönmez ve fânî varlığından vazgeçinceye kadar bu yolda ilerler. Bu istikrara sahip olmayanların kalbi, muhabbetullâhı uzun süre taşıyamaz. Böyleleri, sahip olduğu nimetin idrakinde eksik kalmış demektir. İdrak tam olsa, tadılan lezzet, sahibinin ölüm ânına kadar devam eden bir vasfı olur. Bu demektir ki, aşk ve muhabbet, yerleşeceği kalbin zemininde istikrar ve bunun netîcesi olan vefâyı bulmazsa orada barınamaz. Muhabbetullâh ise -şiddeti sebebiyle- yerleşeceği kalplerde bu vasfı bulmadığı takdirde o kalpte tecellî etmez. Vefâ ve fedâkârlık, kalbin seviyesini gösteren en mühim pusulalardandır. Fedâkârlıktan uzakta kalma ve vefâdan mahrûmiyet, muhabbet ve dostluğa ihanettir. Mesnevî: “Denize kavuşan bir nehirde nehirlik biter, girdiği denizin bir parçası olur.” (c.4, 2619) “Yediğimiz bir ekmek, bünyemiz içinde erir ve vücûdumuzun bir parçası hâline gelir. (Seven bir kimsenin varlığı da, duyduğu muhabbetin şiddeti kadar, sevdiğinde kaybolur.)” (c.1, 3166) “Aşk olmasaydı, varlık nerden olurdu? Ekmek nasıl olurdu da kendini sana verirdi; gelir, senin vücuduna katılırdı da, sen olurdu? Ekmek kendini sana verdi, sen oldu! Neden böyle oldu? Aşktan, istekten! Yoksa, ekmeğin senin bedeninde can olmasına yol verirler miydi? Aşk, ölü ekmeğe bile can bağışlıyor; fânî olan canını sana katıyor, ebedîleştiriyor!” (c.5, 2012-2014) Muhabbet, seven ile sevileni aynîleştirir veya biri, diğerini benliğinde yok eder. Muhabbet arttıkça, yöneldiği varlıkla alakalı her şeyi içine almaya başlar ve onlara nüfûz ile sirâyet eder. Mesela bir kimseyi şiddetle seven, onun doğduğu şehre, o şehrin insanlarına veya sevdiği insanın hâllerine benzer hâller taşıyanlara, onun ismini taşıyanlara… ilh. derece derece muhabbet eder. Buna muhabbetin “şuurî derinlik” kazanması da denir. Pakistan’ın meşhur mütefekkiri Muhammed İkbal, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’ye o kadar muhabbet hâlinde idi ki, uçağı Türk hava sahanlığına girdiği zaman heyecandan gayr-i ihtiyârî ayağa kalkmış: “–Şimdi Mevlânâ’nın yurduna girdik!..” demiştir. Yesrib’i, “Medînetü’n-Nebî” yapıp gönüllerde taht kurmasını temin eden unsur, bağrında şefkatle bastığı âhirzaman Peygamberinin bulunmasıdır. Hazret-i Peygamber ve O’nun şehri “Medîne” anıldıkça, gönüllere ılık bir meltem eser. Yine Uhud’u yüzbinlerce dağdan ayırıp sevimli kılan da Peygamber Efendimizin ona olan husûsî muhabbetidir. Böyle bir muhabbet, genişleyip bütün varlıkları içine aldığı zaman, onun adı “mutlak aşk” olur. Bütün varlıkların kendisine bağlanabildiği tek varlık ise Cenâb-ı Hakk’tır. Çünkü onların hepsi, Allâh’ın, hâlık (yaratıcı) sıfatından bir nebze alarak “var” olmuşlardır. Öyleyse aşkın insan anlayışına göre zirvesi demek olan gerçek aşk, muhabbetin ancak Allâh’a yönelmesi ile gerçekleşebilir. O derecede ki, Allâh’la irtibatları dolayısıyla bütün varlıklar o muhabbetin içine girerler. Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı başlar. Yılan ürkütücü olmaktan çıkar. Bu ölçüyle bakıldığı zaman mutlak aşk, ancak ve ancak Allâh’a has bir fiildir. Biz, Allâh’a ait başka sıfatları da çeşitli varlıklara, özellikle insana izâfe ederiz. Mesela bir kimseye “âlim” veya “âdil” deriz. Böyle derken insanın Allâh gibi ilim sahibi veya adâletli olduğunu iddia etmeyiz. Eğer bunu kasdetsek, şirk olurdu. Çünkü biz, bu sıfatları Allâh’tan başkası için kullanırken, Allâh’ın “muhâlefetün li’l-havâdis”, yani yaradılmış olan hiçbir şeye benzememe sıfat-ı ilâhiyyesini hiçbir zaman unutmayız. Bu sözlerimizle âlim veya âdil dediğimiz bir kimsenin, beşerî güç ve kapasitesi kadar bu ilâhî sıfatlardan nasib aldığını ifâde etmek isteriz. Aşk da aynen böyledir. Bu sebeple, gerçekte “âşık” da “ma’şuk” da Cenâb-ı Hakk’tır. Fânî olan insan; Allâh’ın rahmet, merhamet ve muhabbetiyle kuşattığı kâinâta, bu rahmet ve bereketin tecellîsi olan bir nasiple yönelebildiği kadar “âşık” sayılır. Bu hâle gelenin makamı, “fenâfillâh”tır. Yani o, kendi benliğini Allâh’ta yok etmiş, her türlü iddiadan arınmış, fânîliğin zirvesine ve lezzetine varmış demektir. Damla, deryânın lezzetini tattığı anda rahmet denizinden bir nasîb almış ve deryaya kavuşmuştur. Hak dostları bu hâli ne güzel ifâde ederler: “Sen çıkınca aradan Kalır seni Yaradan” Mesnevî: “Âşıklık ister nefsânî olsun, ister rûhânî olsun, sonunda bizi ötelere götürecek bir rehberdir.” (c.1, 111) “O, ölümsüz olan, bâkî olan Allâh aşkını seç ki, o canına can katan mânâ şarabını sana lutfetsin, sana hayat versin.” (c.1, 219) “Sen öyle büyük bir varlığın aşkını seç ki, bütün peygamberler, O’nun aşkıyla kudret ve kuvvet buldular, şeref ve saâdete erdiler.” (c.1, 220) Aşkın meşrû olan her türlüsü, insanı fedâkârlığa alıştırdığı ve benliğinden kurtardığı için mûteberdir ve ayrıca insanın ulvîleşmesine de rehberlik eder. Mal, evlad ve eşler; Allâh’ın sınırlarını tayin ettiği bir ölçü içinde ve Allâh için sevilirse, ulvî gâyelere ulaştıracak bir basamak; ilâhî vuslata erdirecek bir antrenman olur. Ancak Rabbimizin lutfettiği bu sevgiyi, nefsânî arzuların elinde oyuncak yapmak ve kalbinde büyütüp onu âdeta putlaştırmak da aslâ kabul edilemez. Geminin altında bulunan ve onun seyr ü seferine yardımcı bulunan suyu; geminin içine taşımaya kalkmak, onun batışını hazırlamaktır. Kalbin, Allâh’tan başka hiçbir şeye “aşk” sayılacak bir derecede muhabbet beslemesi, aslında, gerçek bir mü’min olmak için uygun görülmez. Bu fânî aşklar, ilâhî aşka bir istasyon olduğu takdirde hoş görülür. Kalp, Allâh’tan gayri bir varlıkla aşırı bir ünsiyet peydâ eder, ona muhabbetle takılıp kalır ve bu muhabbet, kalpte iyice kökleşip yerleşirse, bu, şirk olur. Âyet-i kerîmede: “Hevâ ve hevesini ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (el-Furkân, 43; ayrıca bk. el-Câsiye, 23) buyrulur. İlâhî muhabbette bir zemin teşkil etmek ve kalbi, muhabbetullâha istidâtlı kılmak husûsunda bir role sahip olan bu gibi mecâzî aşklarda, yahut şiddetli bağlılıklarda, en ziyâde mala ve evlada yönelik muhabbet tehlike teşkil ettiği için, Kur’ân-ı Kerîm’de “Mallarınız ve evladınız, sizin için fitnedir…” (el-Enfâl, 28) buyrulmuştur. Bu fitne tehlikesi, mal ve evlâda duyulan muhabbetteki meylin şiddeti ve istikrar ihtimalini gösteren bir durumdur. Yoksa gelip geçici bir istasyon olmak şartıyla meşrû hudutlar içerisinde mahlûka muhabbet câizdir. Hatta kalbin muhabbetullaha istîdâd yönünden bir antrenmanı (temrini) demek olduğundan hoş görülüp izin verilmiştir. Mesnevî: “Ey dost, âşıkların hayatı ölmektedir. Gönül vermeyince, sen gönül bulamazsın.” (c.1, 1751) Yukarıda ifâde ettiğimiz gibi âşık, mâşukunda fânî olmak meyliyle doludur. Ondan lezzet alır. Ashâb-ı Kirâm, bütün imkânlarını vâsıta telakkî ederek fedâya hazır hâle getirdiler. Allâh Rasûlü’nün en ufak bir arzusuna: “–Canım, malım senin uğrunda feda olsun, Yâ Rasûlallâh!” dediler. Bu hâlin gerçekleşmesi, kalbin, muhabbetullâha aid arzusunun had safhada tatminidir. Bu keyfiyetten bir zerre miktarı nasib alma bahtiyarlığına eren kelebekler, “pervâne” adını almışlar ve bu ışığa meftunlukları sebebiyle kendilerini yakıp kül ederek aşklarını ispat etmişlerdir. Bu gerçeği Muhammed İkbal bir şiirinde ne güzel anlatır: Aşk, çırpınışla başlar. Hayat okyanusunu aşıp vuslata erebilmek, hep bu aşk ve vecd çırpınışlarının feyizli ve bereketli zemininde gerçekleşir.
Posted on: Wed, 18 Sep 2013 07:36:50 +0000

Trending Topics



Jacques dreams of living the quiet plantation life, but Celina,
ေဆးစြဲေနသူ
I was nominated by Faria Kabir 1.last beverage :

Recently Viewed Topics




© 2015