Halkımız kadercidir. “Hastalık sağlık hepsi bizim için!” - TopicsExpress



          

Halkımız kadercidir. “Hastalık sağlık hepsi bizim için!” deriz. Sağlığın değerini bilmeyi de, “ Başının sağlığı, dünyanın varlığı.” atasözümüz pek güzel anlatır. Bize göre, “Her işin başı sağlıktır.” “Hasta olmayan sağlığın kadrini (değerini) bilmez.” Hasta, Farsça bir sözcüktür. Sayrı, sağlığı bozulan, esen olmayan. Organlarının çalışma uyumu, dengesi bozulan. Hastane, hastaların bakımlarının tedavilerinin yapıldığı yer. Hastane, aslı hasta- hane; hasta evi, sağlık evi anlamına gelir. Günümüzde büyük hastaneler, hasta bakımının yanı sıra bir araştırma, bir eğitim merkezidirler. Tüm canlılar hastalanır. Bitkilerin, hayvanların da hastalıkları vardır. Her hastalığın bir nedeni, belirtisi olur. Bu, nedenini bulmaya, tanı (teşhis), hastalığın ortaya çıkmasını önlemeye, sağlığı koruma, hastalığı yenmeye yönelik çalışmalara ise tedavi denir. Hastalıklar, yaralanmalardan, fiziksel dış etkenlerden, zehirlenmelerden, mikroplardan, virüslerden, kötü beslenmeden, kötü yaşam koşullarından, ruhsal nedenlerden, doğuştan gelen eksiklik ve bozukluklardan olabilir. Yaşlılık da bir hastalık nedenidir. Organlar yaşlanınca çoğu kez hastalanırlar, organların yaşlılıktan işlevleri bozulabilir. Akıl da hastalanır. Ayrıca hastalık hastası da olunabilir. Hasta olmadıkları halde kendilerinde türlü çeşitli hastalık arayanlar böyledir… Çok eski dönemlerde yalnızca askerler için hastaneler açılırdı. İlkçağda tapınaklar bu işlevi görürdü. Romalılarla kilise hastaneleri dönemi başladı. Rahipler, rahibeler buraları idare ettiler, buralarda çalıştılar. O zamanlar buralarda tek yoksullar tedavi edilirdi. Zenginlere evlerinde bakılırdı. Tarihte Türkler, daha on ikinci yüzyılda Anadolu’da (Konya), çevre bölgelerde (Suriye) büyük hastaneler kurdular. Büyük Selçukluların Şam’da kurdukları hastane, döneminin en önemli, en gelişmiş hastanesiydi. Oğuz- Türkmen soyundan gelen Türk Beyliği Artukluların kurdukları hastaneler de ünlüdür. Özellikle Mardin’de, Diyarbakır – Silvan’da, Elazığ- Harput’ta kurdukları hastaneler dönemin ilk Türk hastaneleridir. Daha sonra Anadolu’da Anadolu Selçukluları büyük hastaneler yaptırmışlardır (Sivas’ta, Kayseri’de). Osmanlı Türk Devleti’nde de hastane yaptırma geleneği devam etmiştir. Padişahlar kendileri veya yakınları için şifa dağıtsın, hayır olsun diye hastaneler yaptırmışlardır. Bu hastaneler, yapılar bütünü içindeydiler. Cami , medrese, çarşı, han, hamam… hepsi birlikteydi. O günün hastanelerinden günümüze kalanlarından biri İstanbul’daki ünlü Haseki Hastanesi’dir (yapımı 1551). Edirne’deki İkinci Beyazıt Darüşşifası da (yapımı 1488) ünlüdür. Edirne’ deki bu hastane havalandırması, haftada üç kez verilen konserleriyle tanınmıştı. On dokuzuncu yüzyıldan sonra ise hem bizde, hem dünyada çağdaş hastaneler dönemi başladı. Savaş yaralıları için kurulan gezici hastaneler bu dönemde çok yaygındı. Önemli askeri hastanelerimiz: Toptaşı Askerî Hastanesi (1841), Haydarpaşa Askerî Hastanesi, Gümüşsuyu Askerî Hastanesi, Emirgân Hastanesi. Bu hastaneler bin sekizyüzlü yılların ortalarından başlayarak sırasıyla kuruldular. Cumhuriyetten önce, Cumhuriyetle neredeyse her büyük kentimizde sayısı kırkı bulan asker hastaneleri kuruldu. 1898’de kurulan Gülhane Askerî Tıp Akademisi (GATA) asker hastanelerinin en tanınmışıdır. Ankara’da 1881’de kurulan “Gureba Hastanesi” 1924’te “Ankara Numune Hastanesi” adını almıştır. (Annemin ameliyat olduğu bu hastaneyi çocukluğumdan beri hiç unutmadım.) Günümüzde bu hastane bir eğitim ve araştırma hastanesi olarak işlevini sürdürmektedir. Bu son dönemin günümüze kadar ulaşan en ünlü hastanelerinin bazıları: “Bezmiâlem Gureba-yı Müslimin Hastanesi (1845), Zeynep Kâmil Hastanesi (1935), Hamidiye Eftal Hastanesi (1899), -şimdiki adıyla- Şişli Eftal Çocuk Hastanesi, Cerrahpaşa Hastanesi (1910), Haydarpaşa İntaniye Hastanesi ve Heybeliada Sanatoryumu (1924), Bakırköy Akliye ve Asabiye (Ruh ve Sinir Hastalıkları) Hastanesi(1927)… Hastaneler çoğu kez, genel sağlığı ilgilendiren tüm konularda hizmet verirler. Bunun yanında yalnızca belli hastalıklar için açılan hastaneler de vardır. Hastaneler çoğunlukla devlete ait kuruluşlardır. Vatandaşa hizmet için kurulan devlet hastanelerinin yanında, para kazanma amaçlı özel hastaneler de vardır. Sosyal güvenlik kurumlarına ödeme yapılarak sigortalı olunur. Sigorta kurumları vatandaşın hastane giderlerini karşılar. Bazı ülkelerde sağlık hizmetleri tümüyle parasızdır, sağlık hizmeti devletin görevidir. Bazılarında ise sağlık hizmeti için mutlaka özel sağlık sigortası yaptırılması gereklidir. Bizim Cumhuriyet dönemimizde devlet hastaneleri parasız hizmet verdiler. Girişte, kayıtta alınan küçük ücretler, hastanelerin döner sermayesine katılırdı, vatandaşa hizmet için geri dönerdi. Sonra küreselleşmeyle özel hastaneler dönemi başladı. Daha sonra da hastaneler bugünkü durumuna sokuldu. Üniversite hastaneleri, büyük devlet hastaneleri hastaya yetişemez durumdalar. Telefonla, bilgisayarla gün alınan bu hastanelerden sigortalı olarak yararlanmak isteniyorsa, parasız muayene isteniyorsa aylarca bir tetkik için bekletiliyorsunuz… Sigorta kurumlarının masrafların belli bölümünü ödediği bir sistem bu. Özel hastanelerin öne çıkarıldığı, sağlığı bir ticarete dönüştüren, sağlık hizmetinden para kazanmayı amaçlayan bir sistem sağlıkta dönüşüm dedikleri… Çağdaş ülkelerde, Avrupa ülkelerinde her semtte, her kasabada küçük hastaneler vardır. Bir de büyük üniversite hastaneleri, büyük devlet – vakıf hastaneleri… Küçük hastanelere kolay ulaşılır. Hastalara buralarda çok büyük uzmanlık gerektirmeyen her türlü ameliyat, bakım, tedavi uygulanır. Bu hastaneler büyük yeşil alanlarda, orman kıyılarında kurulur. Kentin merkezinde iseler çok büyük bahçeleri bulunur. Büyük hastane merkezlerinde ise daha zor durumlara bakılır, ülke çapında, kimi hastanelere dünya çapında hasta kabul edilir. Bizde de durum böyleydi. Her kasabanın bir hastanesi mutlaka vardır. Deniz kıyısındaysa o yerleşim yeri, hastane deniz kıyısındadır. Orman kıyısındaysa orman içinde, çamlıkta. Yamaçta kuruluysa kent, hastane en tepede, o yerin en gösterişli yerinde… Ağaçlar arasında… Kentin, ilçenin en havadar, en manzaralı, en güzel yerinde hastane yapılır. Hasta moral bulsun, temiz hava alsın çabuk iyileşsin diye… Gezdiğim gördüğüm yerlerde, Karadeniz şehirlerinde bu hep böyledir. Hastanelerinizi bir düşünün, gözünüzün önüne getirin. Benim bildiklerim hep en güzel yerlerde. Sinop Devlet Hastanesi, Samsun Devlet Hastanesi… Eski Gerze Hastanesi bile Gerze’nin en güzel yerindeydi. Yenisini tahmin edebileceğiniz gibi, hem kötü, kişiliksiz çirkin bir binayla, hem de kötü bir yere yaptılar. Ankara hastaneleri, Ankara’nın en güzel yerlerinde kurulmuş. İstanbul’un ünlü hastaneleri, hepsi en güzel, en güzel görünüşlü yerlerde. Ulaşımı kolay olan yerlerde, merkezde, çevrede oturanların yürüyerek gidebilecekleri uzaklıkta… Şimdi sağlıkta dönüşüm bunun tam tersini öngörüyor. Küçük hastaneler kapatılıyor, arazisi, bulunduğu değerli yerin paraya dönüştürülmesi uğruna, hastaneler kentin dışına taşınıyor. Mahallelerden çıkarılıyor. Yüzlerce yıldır, Cumhuriyet boyunca hizmet veren, o yerin simgesi olmuş hastane yapıları tek tek dönüşüm çarkına kurban ediliyor. Bakın çevrenize görün. Neleri yitirmek üzereyiz. Para uğruna neler yapılıyor. Kaş Devlet Hastanesi. Bu hastaneden daha güzel bir küçük hastane var mıdır? Gidenler, buraları görenler bilir: Akdeniz’in en güzel kenti Kaş olmalı. Küçücük bir yerleşim yeri. Denize uzanan bir yarımadada. Kente yukarlardan döne döne iniyorsun. Karşında, yemyeşil, koyu mavi- yeşil kıyılara dolanmış, girintili çıkıntılı körfezler, koylar… Denizin parıltılı mavisi, hep güneşli gökyüzünün açık mavisi, dağların tepelerin koyu yeşili, çam ağaçlı yamaçlar, Akdeniz’in bodur ağaçları, ara ara yaprak döken orman ağaçlarının açıklı koyulu bin bir yeşili birbirine karışmış, sarılmışlar… Yetmiş kilometre uzunluğunda sahili var. Kaş’ın burnunun ucunda topraklarımızın uzantısı olan kocaman bir ada: Meis Adası. Yunan’ın el koyduğu, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Kurtuluş’ta yaşananları, yöredeki Yunan zulmünü, baskınlarını, yaş yaşamışlar, büyüklerinden bunları dinlemişler, sorsanız hâlâ gözleri yaşlı anlatıyorlar… Kaş’a, Felen Yaylası 12 kilometredir. Oradan kalkar, birdenbire düzlüğe iniverirsin. Antalya yönünden gelirken de öyle. Tepedesin, bir bakarsın, beş on dakika içinde denizin kıyısına inivermişsin… Arabayla aşağıya indikçe kulakların uçaktan inermiş gibidir. Yüksek yalçın dağlardan deniz seviyesine beş on dakika içinde inivermek, aklını olduğu gibi bedenini de şaşırtır. Tıkanır, kalırsın. Nefesin de tıkanır. Bu kadar güzel olamaz bir yer dersin. Burası bir masal diyarı filan olmalı. Burası yeryüzünün gizli cenneti mi yoksa diye düşünürsün. Eski yapılarını korumuş, yüksek yapısı olmayan, buna izin verilmeyen, çağdaş bir belediye ile yönetilen, tertemiz, dar, çiçekli sokaklarıyla Kaş, unutulmuş, paraya tapan kent katillerinin elinden nasıl olduysa kurtulmuş bir yerdir. Beyaz boyalı taş evleri, tahtadan küçücük süslü balkonları, bahçelerinde yaseminleri, dev sardunyaları, hanımelleri, mor – beyaz- kırmızı- turuncu begonvilleri… Kentin ucunda limanı vardır. Limanın az ötesi denizden biraz yükseğe doğru çıkarsan çam ağaçlarıyla, çiçekleriyle, eşsiz deniz görünümüyle Kaş Devlet Hastanesi karşılar sizi. Küçük iki katlı yapı arkaya doğru uzanır. Binanın girişindeki tabelayı okumasan burayı hastaneye benzetemezsin. Gösterişli bir malikânenin önünde sanırsın kendini. Yüksek yamaçlarda kurulmuş binanın yan camlarının hepsi denize bakar. İçeri girdiğin de hasta müracaat bölümüne gelince önce bir duraklarsın. Karşındaki duvarda büyük enli pencereler var. Pencereden ağaçlar arasından deniz görünüyor. Ne görünmesi deniz ayağının altında. Önce bunu pencereye benzetemezsin. Duvara resim asılmış olmalı diye düşünürsün. Ağaçlar arasından görülen deniz en büyük ressamın yapamayacağı bir güzellikte önündedir. Hastaneye benzemeyen hastane diye buraya denmeli. Çalışanları güler yüzlü. Hepsiyle önceden tanışıyormuşsun gibi geliyor, emin olun insana. Dâhiliyeci (İç hastalıkları uzmanı) girişte koridorda ilk kapıdır. En çok onun önünde bekleşirler. Tek tük kentli gelse de çoğunluğu köylüdür gelen hastaların. Doktoru her geleni konuğuymuş gibi karşılar. Karşısına sandalyeye oturtur. Seni cankulağıyla dinler. Genç bir hekimdir. Yanında yardımcı hemşiresi, önlerinde bilgisayarları ciddiyetle çalışırlar. Yanda muayene yatağı, tertemiz beyaz örtülü. Penceresinden yine denize bakılır… Burada, kan- idrar tahlili, şeker kontrolü, kalp atışlarının çekimi(EKG) hemen yapılıyor. Akciğer, kalp, böbrek filmleri anında çekiliyor, sonuç söyleniyor. En çok iki saatte neyin var, neyin yok ortaya çıkarıyorlar. Değişik hastalıklar nedeniyle yirmi yıldır kaç kez gittim oraya. Ölüyorum diye gittim. Doktor yetiş, diye gittim… Her gittiğimde kendi derdimi unuttum oranın güzelliklerine daldım. İnsanlarının güzelliğine, yurdumun bu en küçük hastanelerinden birinin düzenliliğine, temizliğine, yönetimine… Fevziye Hanım, yayla köylerinden gelmiş. Başı eski usul bağlı (eşarplı). Arap modeli alından bantlı tarikatların sıkmabaşı buralara pek girememiş. Kadınlar hep böyle, geleneksel giyinmişler. Çağdaş giyimliler, şortlu beyler, hanımlar da var sırada. Kimse kimseyi yadırgamıyor. Fevziye Hanım, sert ama sevecen bakışlı, konuşkan, uzun basma etekli, üstü yelekli bir yörük kadını. Daha, “Buralar dünyanın en güzel yeri, herkesin gözü olan bir yer, bu yüzden İngilizler… demeye kalmadan yanındaki eşiyle birlikte buraların yabancıya satışını, nasıl toprakların halkın elinden bin bir numarayla çıkarıldığını ta 1994 yıllarına geri dönerek anlatmaya başladı. “Topraklarını satanlar hizmetçisi oldular sattıklarının, ellerine geçen paralar uçtu gitti. Bizim oralarda şimdi İngilizler sahip, efendi, bizler hizmetçiyiz,” dedi. Bir diğeri nasıl kandırıldıklarını, nasıl topraksız bırakıldıklarını anlattı. Herkes birbiriyle konuşuyor, dertleşiyor. Herkes birbirini selamlıyor. Hemşireler kırk yıllık tanışınız gibiler… Şehre girişte bir kaza olmuş o gün. Bisikletle giderken çiğnenen küçük oğlanın röntgen filmi çekiliyordu. Çocuğun yakınları koşturup sırayla geliyorlar. Yayan gelen gelene. Görseniz, herkes bir aile gibi, kazaya uğrayanın evinde buluşmuş gibiler… Tüm bunlar, buranın hem dış görünüşünden, hastanenin yapısından, yönetiminden, çalışanların üstünlüğünden geliyor olmalı, hem de küçük hastanelerin olmazsa olmaz özelliğinden. Hastanın kendini, hastanenin küçüklüğü nedeniyle evinde hissetmesi, yabancılık çekilmemesi, büyük yapıların insana saldığı yalnızlık, terkedilmişlik, kaybolmuşluk duygusunu yaşatmaması… Hastane çıkışı eczaneden ilaç alırken aklıma geliveriyor, sızıldanıyorum: “Hastanenin resmini çekseydim keşke. Bugünü yazmalıyım. Hastanelerimizi anlatmalıyım…” Kendi kendime mırıldanmamı eczacı duymuş: “Artık yeni hastaneyi çekersiniz. Beş kilometre öteye gideceksiniz, şehrin çok dışına gidilecek. Burası çoktan elimizden çıktı. Ne uğraştık, hiç olmazsa müze olarak kalsın hastane binamız, halka açık bir yer olsun dedik, başaramadık. Burayı bakanlık çoktan birilerine tahsis etmiş, birilerine el altından verilmiş…” * İşte hastane sorunumuz böyle. Çağdaş kentleşmenin olmazsa olmazı, can kurtaran, halka kolayca ulaşan, hizmet eden semt, mahalle, küçük kent hastaneleri paraya, çıkara, birilerinin gözlerinin doymazlığına feda ediliyor ülkemizde. Hastane zincirleri kuruluyor. İnsan sağlığı mal gibi alınıp satılsın isteniyor. Koskoca hastanelerde durum tam bir can pazarı. Kim kime dum duma derler ya öyle. Tamam, bunlar da gerekiyorsa yapılsın, büyük sağlık merkezleri de kurulsun ama bu küçük sağlık evleri gözden çıkarılmadan, yerleri birilerine peşkeş çekilmeden… Eve geldiğimde, Antalya’dan, Üniversite Hastanesi’nden, bir bilgisayarlı beyin çekimi için gün istiyoruz. Araya kaç tanıdık giriyor. Yok, biri orada sekreter, biri uzman hekim… Uzun uzun telofonlaşmalar… En yakın on beş gün sonrasına gün alınabilirmiş, o da belki… Bazı çekimler tam dört ay sonrasına bile kalırmış… Geçen yıl bir tanıdık böyle bir çekim için tam dört kez Antalya’ya gidip gelmiş, üç haftada işini bitirememiş… Zorunlu olarak özele yöneliyoruz. Sonra bilgisayarımı açıyorum evde. Bir duyuru yayınlanmış bilgiağında. Şu sözler iç yakıyor: “Annem Hülya Ulusoy Keçiören Eğitim Araştırma Hastanesi’nde yoğun bakımda. Hastane içinde tanıdığı olan veya sağlıkçı olup yardım edebilecek olanlar bize ulaşabilir mi?” Kızı Özge. Sağlıkta dönüşümle gele gele buraya kadar gelmişiz. Arkası olmayan, toz duman içinde kayboluyor. Paran kadar konuşuyor, paran kadar yaşıyorsun… Güzellikler paraya kurban ediliyor, muz kaçakçılarından yasadışılığa göz yumma karşılığı iktidarın bakanları Bodrum’da villa bakıyor. Çamlıca Tepesi’nin bile yapılaşmaya açıldığını, yapılaşmayı yasaklayan yasa hükmünün hiçe sayıldığını yazdı dün yandaş olmayan gazeteler… Yine gazetelerden bir haber: Sağlık bakanının da katılacağı, sağlık çalışanları için İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü zorunlu iftar yemeği verecekmiş. Pazar günü İstanbul Wow Airport Otel’de, şaşırdım, yanlış yazdım, otel değil, Hotel’de. Otelin adı da Wow. Olursa bu kadar olur. Oteller bile bölücü harflilerinden, gâvurca adlılarından seçilmişler… Yemeğe her özel hastaneden bir doktor ve idareci katılacakmış. Katılmak zorunluymuş. Bizim yalnızca hastanelerimiz hasta değil ki! Tüm kurumlarımız, Cumhuriyetin tüm kurumları hastalandırıldı. Çoğu yoğun bakımda ölüme terk edildiler, can çekişiyorlar… Kanlı örgütün ülkemizin yarısına yakın yerini ele geçirmeyi hedeflemesine, buna yayılmacı ülkelerin yayınlarıyla destek vermelerine göz yumulması, kendine milletin vekili denilen, bu devletten para alan, bu halkın ekmeğini yiyen kansız bölücü sözde vekillerin, katilbaşının ha bire ayağına gönderilmeleri, katilbaşının emirleriyle devlet yönetilmesi, iktidarın başının daha geçen gün şehitlerimizi trafikte ölenlerle bir tutması, şehitliği değersizleştirmesi başka nasıl açıklanabilir söyler misiniz? Hastanelere bakın, kurumlarımıza bakın, durumumuzu görün! Feza Tiryaki İLK KURŞUN
Posted on: Sat, 20 Jul 2013 15:20:44 +0000

Trending Topics



Recently Viewed Topics




© 2015